Boğulmamak İçin. Джордж Оруэлл
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Boğulmamak İçin - Джордж Оруэлл страница 6

Название: Boğulmamak İçin

Автор: Джордж Оруэлл

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6486-01-0

isbn:

СКАЧАТЬ hepsinin balmumu işi olduğunu düşünmemek imkânsızdır ama muhtemelen onlar da sizin için aynı şeyi düşünüyorlardır. Bugünlerde içime doğmaya devam eden bu kâhince duygu, savaşın yaklaştığı ve savaşın her şeyin sonu olacağı duygusu bana özgü değil. Aşağı yukarı hepimizde var. O anda yanımdan geçen insanlardan bazıları bile muhakkak patlayan patlayıcılar ve sıçrayan çamurlar hayal ediyordur. Her ne düşünürseniz düşünün, aynı şeyi düşünen bir milyon insan daha vardır. Bense sanki hepimiz yanan güvertedeymişiz de benden başka kimse bilmiyor gibi hissediyordum. Geçip giden aptallaşmış yüzlere baktım, Şükran günü yaklaşırken başına geleceklerden habersiz hindiler gibiydi hepsi. Sanki gözlerimle röntgen çekiyordum ve yürüyen iskeletleri görebiliyordum.

      Birkaç yıl ilerisini düşündüm. Savaş başladıktan beş yıl ya da üç yıl sonra -1941 için rezerve edildiğini söylüyorlar- bu caddeyi hayal ettim.

      Hayır, her yer paramparça olmuş değildi. Sadece biraz değiştirilmiş, biraz yontulmuş ve kirli görünümlüydü, vitrinler neredeyse boş ve içlerini göremeyeceğiniz kadar tozluydu. Yan sokağın aşağısında muazzam bir bomba krateri ve yanmış bir bina bloğu, içi boş bir diş gibi görünüyor. Termit. Tuhaf bir şekilde sessiz ve herkes çok cılız. Caddede yürüyen bir grup asker. Hepsi çöp gibi zayıf, botları sürükleniyor. Çavuşun tirbuşon bıyıkları var ve dimdik duruyor ama o da zayıf ve boğazı yırtılacakmış gibi öksürüyor. Öksürükleri arasında eski geçit töreni tarzında onlara haykırmaya çalışıyor. “Olmaz o zaman, Jones! Kaldır başını! Yere bakıp ne duruyorsun? O sevimsiz adamlar yıllar önce toplanmıştı.” Aniden bir öksürük geliyor, durdurmaya çalışıyor ama durduramıyor, öksürüğü iyice artıyor ve neredeyse ciğerleri sökülecekmiş gibi oluyor. Suratı kırmızıdan mora dönüyor, gözlerinden yaşlar akmaya başlıyor.

      Hava saldırısı sirenlerinin çaldığını ve yüksek sesli hoparlörlerin şanlı birliklerimizin yüz bin esir aldığının ilan edişini duyabiliyorum. Birmingham’da en üst katta, arkalarda biraz ekmek için inleyen beş yaşında bir çocuk görüyorum. Anne aniden dayanamayıp “Kes sesini küçük piç!” diye bağırıyor ve başlıyor çocuğa kötek atmaya… Çünkü bir parça ekmek bile yoktur ve olmayacaktır. Hepsini görüyorum; posterler, yemek sıraları, Hint yağı, kauçuk coplar ve yatak odası pencerelerinden fışkıran makineli tüfekler.

      Peki, olacak mı? Bilen yok. Bazı günler inanmak imkânsız. Bazı günler gazetelerin abartması diyorum kendi kendime. Bazense bundan kaçışımızın olmadığını en derinlerden hissediyorum.

      Charing Cross yakınlarına indiğimde çocuklar akşam gazetelerinin sonraki baskısını bağırıyorlardı. Cinayetle ilgili birkaç saçma sapan şey daha vardı: BACAKLAR. ÜNLÜ CERRAHIN AÇIKLAMASI. Sonra bir başlık daha dikkatimi çekti: KRAL ZOG’UN DÜĞÜNÜ ERTELENDİ. Kral Zog, ne isim ama! Bir adamın böyle bir ismi varsa kesin bir siyahidir.

      Fakat tam da o anda tuhaf bir şey oldu. Sanırım o ismi o gün birkaç defa gördüğüm için trafikteki bir sesle ya da at gübresi kokusu gibi bir şeylerle karışmıştı ve King Zog’un adı bende bazı hatıraları canlandırdı.

      Geçmiş ilginç bir şeydir, hep seninledir. Sanırım on yıl veya yirmi yıl önce olanları düşünmeden geçirilen bir saat bile yoktur. Fakat çoğu zaman hiçbir gerçekliği yoktur, sadece bir tarih kitabından öğrenir gibi öğrendiğin bir dizi bilgidir hepsi. Sonra tesadüfi bir görüntü veya bir ses veya bir koku, özellikle koku, sizi harekete geçirir ve geçmiş sadece size geri gelmez, artık tamamen geçmişin içindesinizdir. Şu an da tam böyleydi.

      Aşağı Binfield’deki bölge kilisesine, otuz sekiz yıl öncesine geri döndüm. Dışarıdan, sanırım hâlâ Strand Caddesi’nden yürüyen sahte dişleri ve melon şapkası olan şişman bir kırk beşliktim ama içimden Aşağı Binfieldli mısır ve tohum tüccarı Samuel Bowling’in oğlu yedi yaşındaki Georgie Bowling’dim. Pazar sabahıydı ve kilisenin kokusunu alabiliyordum. Nasıl alabiliyordum ki bu kokuyu! Kiliselerin kendine özgü, o nemli, tozlu, çürük ve tatlımsı kokusunu bilirsiniz. İçinde bir miktar mum yağı ve belki bir tütsü kokusu ve bir fare şüphesi, pazar sabahları biraz sarı sabun ve yünlü elbiseler eşlik ediyor ama ağırlıklı olarak o tatlı, tozlu, küf kokusu, ölümle hayatın birbirine karıştığı o koku var. Bu aslında pudralı cesetlerin kokusu.

      O zamanlar boyum 1.20’lerde, öndeki sırayı görebilmek için tabure üzerinde duruyorum ve annemin siyah elbisesini elimin altında hissedebiliyorum. Dizlerime kadar çekilmiş çoraplarımı da hissediyorum, o zamanlar öyle giyerdik ve pazar sabahları yakama taktıkları Eton yakalığın kenarını görebiliyorum. Orgun hırıltılı soluğu ve ilahiyle feryat eden iki muazzam ses duyuyorum. Bizim kilisede ilahi söyleme işine önderlik eden iki adam vardı hatta işin en büyük kısmını onlar üstlenmişti, o kadar ki diğerlerinin sesi duyulmuyordu bile. Biri balıkçı Shooter’dı, diğeri ise doğramacı ve cenazeci yaşlı Wetherall’dı. Minbere en yakın sıralarda, nefin her iki yanında karşılıklı otururlardı. Shooter, pespembe ve pürüzsüz bir yüzü, büyük bir burnu, sarkık bıyığı ve ağzının altına düşmüş bir çenesi olan kısa boylu bir adamdı. Wetherall oldukça farklıydı. Yaklaşık altmış yaşlarında, büyük, sıska, güçlü ve yaşlı bir şeytandı. Bir ölünün başı gibi bir yüzü ve başının her tarafından fırlayan yarım inç uzunluğunda sert gri saçları vardı. Hiç, bu kadar canlı olduğu hâlde iskelete benzeyen bir adam görmedim. Kafatasının her çizgisini yüzünde görebiliyordunuz, cildi parşömen gibiydi ve sarı dişlerle dolu büyük fener çenesi tıpkı anatomik bir müzedeki iskeletlerin çeneleri gibi aşağı yukarı hareket ediyordu. Yine de tüm zayıflığıyla demir kadar güçlü görünüyordu, sanki yüz yaşına kadar yaşayacak ve ölmeden o kilisedeki herkes için tabutlar yapacakmış gibiydi. Bu ikisinin sesleri de birbirinden bayağı farklıydı. Shooter’ın çaresiz, ızdırap içindeymiş gibi bir feryadı vardı, sanki birisi boğazına bıçak dayamıştı da o da yardım için son kalan nefesiyle haykırıyordu. Ancak Wetherall’ın, sanki yerin altında bir ileri bir geri yuvarlanan devasa variller gibi, içinde derinlerde meydana gelen muazzam, çalkantılı, gürleyen bir sesi vardı. Dışarıya ne kadar ses çıkarırsa çıkarsın, her zaman yedekte daha fazlası olduğunu biliyordun. Çocuklar ona Gümbürdeyen Göbek lakabını takmışlardı.

      Koroda, özellikle ilahiler söylenirken karşılıklı bir tür atışma ortaya çıkardı. Son söz hep Wetheral’ın olurdu. Sanırım özel hayatlarında gerçekten arkadaştılar ama çocuk aklımla bu ikisinin ölümüne düşman olduklarını ve bağırarak birbirlerini alt etmeye çalıştıklarını düşünürdüm. Shooter, “Tanrı benim çobanımdır.” diye kükrer ve ardından Wetherall, “Bu yüzden herhangi bir şeyden yoksun olabilir miyim?” diyerek onu tamamen boğardı. Her zaman hangisinin hükmeden olduğu belli olurdu. Özellikle Amoritlerin Sihon Kralı ve Başan Kralı Ogla -Kral Zog’un isminin bana hatırlattığı şey buydu-ilgili ilahileri dört gözle bekliyordum. Shooter, “Sihon Kralı Amoritlerin Kralı” ile başlardı, sonra belki yarım saniye boyunca topluluğun geri kalanının “ve”yi söylediğini duyabilirdiniz ve sonra Wetherall’ın muazzam bas sesi bir gelgit dalgası gibi gelir ve herkesi “Bashan Kralı Og” ile yutardı. Keşke o “Og” kelimesini okuduğu muazzam, gürleyen, yer altı fıçı sesini duymanızı sağlayabilsem. Hatta “ve”nin sonunu yutardı, böylece çok küçük bir çocukken onun Bashan Kralı Dog olduğunu düşünürdüm. Ama daha sonra isimleri doğru anladığımda, zihnimde Sihon ve Og’un resmini oluşturdum. Onları ucuz ansiklopedilerde resimlerini gördüğüm büyük Mısır heykellerinden bir çift olarak hayal ederdim; ellerini СКАЧАТЬ