Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-. M. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı- - M. Turhan Tan страница 4

Название: Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-

Автор: M. Turhan Tan

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6865-79-2

isbn:

СКАЧАТЬ sözlerini cankulağıyla dinliyordu.

      O, garip bir heyecan içindeydi. Şu memnu5 temaşadan hem haz hem elem duyuyordu. Üç mumlu bir şamdanın aydınlatmaktan ziyade soluk gölgelerle beneklediği geniş oda içinde hasta bir hazan ile dipdiri bir baharın konuştuğunu görmekten haz alıyordu. O hazanın kendi koynunda yaşadığını düşünmüyordu. Yalnız ötekinin, o genç misafirin, kocasıyla karşılaşmak yüzünden bambaşka bir dirilik, bir tazelik ve güzellik tecelli ettirdiğini seyrederek mahzuz bir heyecana kapılıyordu. Fakat bir gece evvelki düş de kafasında canlanarak o tatlı heyecana elem katıyordu. Çünkü sadrazamın duman olup uçuşundan düşün doğruluğu seziliyordu. Şu konuğun da o rüyanın sonunu gerçekleştirmek için evlerine gelmiş olması, acaba muhtemel değil miydi?..

      Gülhaneli Hüseyin, gerçi düşte gördüğü delikanlının aynı değildi, lakin onun gibi gençti, onun gibi güzeldi ve bilhassa onun gibi içine sarsıntı, iliklerine yanıklık veriyordu.

      Seher, o günün sabahından beri yüreğinde erinip gerinen ve beynine tatlı bir karışıklık getiren hayalin o dakikada silindiğini, yerine Gülhaneli Hüseyin’in geçtiğini sezerek bir iç sarhoşluğuna uğrarken Kara Süleyman misafirine teklif etti:

      “Irla artık. Söz tükendi, sıra sese geldi!”

      Bu teklifi duyan Seher, hemen durumunu düzeltti, ellerini biraz daha sıkarak dizlerine perçinledi, gözünü tam bir intibakla deliğe yapıştırdı, nefesini kesti, dışarı fırlamasından korktuğu yüreğini hapis için dudaklarını sıktı, canlı bir bahar numunesi sayarak, tepeden tırnağa kadar her yerini beğendiği gencin sesine ruhunu açtı, dinlemeye koyuldu.

      Hüseyin ne naz etti ne niyaz ettirdi. Kara Süleyman’ın ırla demesiyle beraber, başından börkünü attı, perişan kâküllerini bir el darbesiyle düzeltti.

      “Benim bildiklerim…” dedi. “Hep çalıp kapmadır. Üstümde hoca hakkı yok. Onun için usulde kusur edersem hoş görün.”

      Ve birden Derviş Ömer bestesi diye meşhur olan şu varsağıyı terennüme girişti:

      Yola düşüp giden dilber

      Musa’m eğlendi gelmedi,

      Yoksa yolda yol mu şaştı,

      Musa’m eğlendi, gelmedi. 6

      Ağzıyla değil, ruhuyla ırlıyordu. Ses, hançeresinden değil, yüreğinden çıkıyordu. Bundan ötürü güfte dayanılmaz bir feryat, beste de gönüllere hercümerç veren bir fırtına oluyordu.

      Süleyman, vect içinde sallanıyor, rüzgâra tutulmuş kalın bir dal gibi garip sesler çıkara çıkara kıvranıyordu. Fakat Seher ona nispetle yüz kat daha fazla heyecanlanmıştı. İdraki titreyerek, kalbi titreyerek ve bütün vücudu titreyerek eşiğin önünde gözyaşı döküyordu.

      Hüseyin, başka bir âlemde bulunuyormuş ve yalnız duygularıyla baş başa kalmış gibi görünüyordu. Karşısında sallanıp duran adamı görmeyerek, gece veya gündüz içinde mi bulunduğunu sezmeyerek, muhitle ilgilenmeyerek, sanat aşkını terennümde devam ediyordu. Varsağıdan sonra, gene bir kayabaşı bestesiyle şu parçayı ırlamaya başlamıştı:

      Sevdiğim cemalin çünkü göremem,

      Çıkmasın hayalin dili şeydadan,

      Eşiğine çünkü yüzler süremem,

      Alayım kokunu bâdi sabadan!

      Bu şiiri okurken göremediği, doya doya seyredemediği sevgiliyi odanın boşluklarında arar gibi yanık bir avarelikle gözlerini sağa sola çeviriyor ve ara sıra yetim bakışlarını eşiğe koşturarak görünmez bir hayalin izini araştırıyordu. Onun rüzgârlardan sevgiliye ait bir koku aradığını söylerken takındığı hasta vaziyet, bilhassa samimi idi. Kara Süleyman bile coşkun bir tahassüs içinde bulunmasına rağmen, o hâlin farkında oldu:

      “Be oğlum!” dedi. “Tutkuna benziyorsun. Yalnız sesin değil, her yanın ağlıyor!”

      Heyecanını damla damla gül yanaklarında şebnemleştiren Seher de Hüseyin’in boşluklarda avare avare dolaşan gözlerini, ara sıra eşiğe dökülen bakışlarını görerek buhranlar geçirmekte idi. İçinden yükselip gelen bir ses ona “Gir, odaya gir. Bu yetim bakışları okşa!” diyor ve kadınlığının bütün ihtirasları ayağa kalkarak kendisine çılgınlıklar teklif ediyor gibiydi.

      Bu hâl, belki bir saat, belki iki saat sürdü. Hüseyin’in hançeresi yoruldu, sesine mecalsizlik geldi ve ırlama faslı kendiliğinden kesildi.

      Kara Süleyman da karısı da uzun süren bir yürek kasırgasından kurtulmuş gibi, sersem bir haz ve mahzuz bir hayret içinde idraklerini toplamaya çalışıyorlardı. Yorgun yorgun, bulundukları yerde düşünüyorlardı. Süleyman, uzun bir sükûttan sonra, derlenip toplandı:

      “Eh!” dedi. “Hakkın varmış. Sesin Davut Peygamber’inki kadar güzel. Hocalar o ırlarken demirin eridiğini söylüyorlar. Sen, adamın yüreğini eritiyorsun. Tanrı kem nazardan esirgesin. Bir gün bu sesle sen saraya meyzinbaşı olursun!”

      Ve Hüseyin’in cevap vermesini beklemeden ilave etti:

      “Beni şevke getirdin amma yoruldun. Döşeğini sereyim de yat. Yarın gene görüşürüz.”

      Seher, yüreğini eşikte bırakarak ve genç misafirin hayalini kucaklayarak başka bir odaya kaçarken Hüseyin ev sahibine cevap verdi:

      “Yatalım ağa. Uyumak, uyanık durmaktan iyi. Çünkü bahtı kara olanlar yalnız uyurken gülerler!”

      Kara Süleyman, alık bir tebessüm içinde hayretini haykırdı:

      “Neler de biliyorsun, neler, seni dinleyenler Gülhane’de bel sallayan toy bir delikanlı değil de güngörmüş müderrislerle konuştuklarını sanacaklar. Şu küçük ağıza bu büyük sözler hiç yakışmıyor!”

      Biraz sonra güzel sesli misafir, temiz bir yatağın içinde mışıl mışıl uyuyor, Seher de kocasının horultuları arasında sevimli konuğun hayaline yüreğinin bestelediği ninnileri fısıldıyordu.

***

      Seher, şafağı yüreğinde bularak uyandı, geceyi yatağında uyur bırakarak sofaya çıktı, ayağının ucuna basa basa beriki odanın eşiğine yanaştı, gözlerini mahut deliğe yapıştırdı, içeriyi görmeye çalıştı. Onun uykuda nasıl göründüğünü anlamak ve mehtabın yatağa nasıl uzandığını seyretmek istiyordu. Fakat misafiri uyanmış ve giyinip kuşanmış gördü. Telaşa düşerek hemen merdivene atıldı, koşar gibi inerek mutfağa girdi, bir sabah çorbası hazırlamaya koyuldu. Eli işte, kulağı kirişte, gözü ise hep onun hayalindeydi.

      Sabahın serin beyazlığından bir göl okşayışı sezinsiyordu ve ruhunun bu gölde yıkandığını kuruntulayarak tatlı ürpermeler geçiriyordu. Fakat içinde anlaşılmaz bir kaynayış, bir yanış vardı. Ziyayla, seherî serinlikle yıkanmak, o iç ateşine sükûn veriyordu. Hüseyin’in, o genç kudretin kollarında sallana sallana serinlemek için dayanılmaz bir iştiyak duyuyordu.

      Kocasının kalın sesi, bu dalaletli СКАЧАТЬ



<p>5</p>

Memnu: Yasak. (e.n.)

<p>6</p>

Evliya Çelebi bu varsağıyı Dördüncü Murat’ın -yeniçeriler elinde can veren gözdesi Musa Çelebi için- yazdığını söyler. O çelebinin nasıl bir hilkat bediası olduğunu da şair Nefi, şu manzumesinde tebarüz ettirir:

Yusuf’u İsa şiyem Musa ağa kim tal’ati

Gün gibi bir şu’ledir gûya çırağı Tûr’dan

Tineti hâkinde yok asla kuduretten eser

Cismini halk eylemiş barî taalâ nur’dan

Böyle ziba suretü pakîze siret görmedim

Bir melektir gûyiya etmiş tevellüd Hûr’dan

Cebhei berrak ile ol gerdeni kâfûr – renk

Zahir oldukça giribani siyah sammûr’dan:

Seyreden kimse tulû etti kıyas eyler hemen

Âfitabı âlem ârâyi şebideye deycûr’dan!