Название: Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-
Автор: M. Turhan Tan
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-79-2
isbn:
Kara Süleyman, ruhunun en duygulu noktasından aldığı yaraya bu mülahazayı merhem yaptı. Sersem ve muzdarip evine geldi. Uçup giden definenin matemiyle bir anda tulu ve bir anda gurup eden Hüseyin’in hicranını birbirine karıştırarak ağlamakta bulunan karısının karşısına dikildi.
“Düşün…” dedi. “Dosdoğru çıktı, işte define de uçtu. Sen henüz uçmuyorsan, ben de yerimde duruyorsam kanatsız kalışımızdandır. Koca bir hazine kaybettik. Tüyü yolunmuş tavuklara döndük. Bu felaketin biricik sebebi, senin boşboğazlığındır. Kadın ağzında bakla ıslanmaz, diyenlerin hakkı varmış. Bir define verip o sözün gerçekliğini öğrendik. Fakat iki el bir baş içindir, sözü de doğrudur. Er olan hakkını korumalıdır. Ben de her taşa başvuracağım, definemizi kurtarmaya çalışacağım. Sen dul Emine’yi çağır. Kendine can yoldaşı yap, ben İstanbul’dan dönünceye kadar onunla bile otur.”
Duman olup uçan servetini bir Hızır bularak onun delaletiyle yakalamak ihtiyacı önünde, altın kıymetli karısının gümüş vücudundan birkaç gece uzak kalmaya rıza gösteriyordu. Seher de yatağını harharalı bir soğuktan iki üç gece olsun kurtararak yerine Hüseyin adlı bir bahar sabahının hayalini geniş geniş yaratmak iştiyakıyla bu kararı -saklamaya lüzum görmediği yahut muktedir olamadığı bir tehalük içinde- teşvik ediyordu.
Bununla beraber karı kocanın ayrılışı kolay olmadı. Kara Süleyman, garip bir pressentiment (hissikablelvuku) ile şu ayrılıştan uğursuzluk sezinsiyordu, “Gidip gelmemek, gelip görmemek var!” demek ister gibi davranıp boyuna manasız kelimeler geveliyordu. Seher, hep o bahar sabahını kuruntuladığından kocasının ayak sürümesine için için kızıyordu. Veda sahnesi nihayet sona erdi. Kara Süleyman, harap olmuş ümitlerimin iniltisini karısının dudaklarında uzun uzun besteledi. Seher de Hüseyin’in hasretini bu soğuk busede boşuna arayarak gene uzun uzun inledi ve iki eş ayrıldı.
Seher, evinden bir kâbus uzaklaşmış gibi, tatlı bir inşirah duyuyordu. Hüseyin’i tanımazdan önce kendisine hiçbir hususi mana ifade etmeyen şu yalnızlıkta şimdi renk buluyor, ses buluyor ve neşe buluyordu. Ev, o ıssız ev, tavanından temeline kadar sanki nurla, nağme ile doluydu. Nereye baksa Hüseyin’in ışığını görüyor, Hüseyin’in sesini duyuyordu. Elinden çıkıp giden altınların, elmasların elemi de bu ziya ve sada tufanı içinde silinip uçmuştu. Yüreğindeki elmas hayal, ruhundaki yakut alev, dimağındaki incili hülya, o kaybolan serveti bol bol telafi ediyordu.
Fakat konuşmak, içindeki ateşi kelimeleştirip açığa dökmek ihtiyacından kendini bir türlü kurtaramıyordu. Bunun için bir muhatap, samimi bir kulak aradı. Emekli yosmaya, mahut komşuya kızgındı. Kocasının, can yoldaşı diye tavsiye ettiği dul Emine’yi de böyle bir mahremiyete layık görmüyordu. Uzun bir mülahazadan sonra kendi aşkını, kendi ihtiraslarını, kendi hülyalarını gene kendine anlatmayı muvafık buldu, aynanın karşısına geçti, deli deli söylenmeye koyuldu:
“Dinle Seher!” diyordu. “Sana sevdalanmanın ne olduğunu anlatıyım: Sevda, çıplak bir yüreğe lahuri şal örtmek demektir. Sevda, durmuş kanı dalgalandırmak demektir. Sevda, yerde sürünürken kanatlanıvermek demektir. Sevda, kısırların, ansızın doğurması demektir. Sevda, yoksulluktan zenginliğe geçmek demektir.”
Bu sözlerin, içindeki şevki, şetareti, sevinci ifade edemediğini anlayarak bağırıyordu:
“Sevda, Gülhaneli Hüseyin demektir! Onu biliyorsun, tanıyorsun, değil mi?.. O hâlde ne bön bön bakınıyorsun. Gülsene, oynasana, sıçrasana alık!”
Gerçekten oynuyordu da. Gözlerini sık sık aynaya çevirerek belinin bükülüşünü, kalçalarının titreyişini, gözlerinin süzülüşünü kontrol ediyor ve kulaklarında Hüseyin’in sesini canlandırarak cezbeden vecde, çeşitten çeşide geçe geçe ruhunun ateşini topuklarında yarattığı rüzgârla yelpazeliyordu.
Bir aralık kendi güzelliğini Hüseyin’ine seyrettirmek hevesine kapıldı, onu aynanın ortasına yerleştirerek saçlarını dağıttı, göğsünü çözdü, kollarını çıplaklaştırdı:
“Nasıl?..” dedi. “Beğeniyor musun? Sana layık mıyım? Yoksa etim fazla mı, yağım çok mu?.. Şu ‘ben’ hoşuna gitmiyor mu? Şu çene çukuru fena mı?”
Lakin çılgın muhayyilesinden aynaya aksettirdiği hayale dudaklarını uzattığı vakit aklı başına geldi, gamlı gamlı güldü.
“Çocukluk!” dedi. “Ayakta rüya görüyorum. Hüseyin bu hâlimi görse belinler, bana deli der.”
Bu uyanıklık ona tatsız geliyordu. Kendini avutmak için iş arıyordu. Odada kasnak vardı, gergef vardı, öreke vardı. Fakat bunlarla oyalanmak istemiyordu. Mutfağa inmekten âdeta iğreniyordu. Nihayet saatlerini tatlı tatlı eritecek meşgaleyi buldu, Hüseyin’in yattığı yatağı çıkardı, yere serdi ve ayna önündeki dardağan kılıkla içine uzandı, birçok şeyler düşüne düşüne uykuya daldı.
Gözünü açtığı zaman, koca bir gecenin geçtiğini, yeni bir günün başladığını gördü. Karnı aç, yüreği toktu. Hülya ve rüya, o deli gönlü doyurmuş gibiydi. Fakat biraz sonra mide ile kalbin vaziyeti birleşti ve âşık kadın muhtasar bir kahvaltı ile midesini hoşnut ederken eski hülyalarına dönerek yüreğine de mufassal bir ziyafet çekmek yolunu buluyordu.
Lakin içinde delice bir dilek vardı: Kendini gelin, yeni bir gelin yerine koyduğundan ve bu vehmî sıfatla alevli heyecanlar geçirdiğinden hamama gitmek istiyordu. O, yaşlı ve bacakları sızılı kocasından benliğine bulaştığını kuruntuladığı kirlerden kurtulmak için sık sık hamama giderdi. Şimdi boyuna devam edecek olan hayalî zifaf sahnelerinde Hüseyin’ine karşı temiz bulunmak kaygısıyla aynı ihtiyacı duyuyordu.
Hamam, o devirlerde bir eğlence âlemiydi. Yarı mahpus hayatı geçiren eski kadınlar, ancak hamamlarda hür bir hava teneffüs ederler ve göbek taşlarında, kurna başlarında diledikleri gibi soyunup dökünerek eğlenirlerdi.
Bu eğlenceler, daima “dört başı mamur” denilecek bir biçimde yapılırdı. Çünkü hamamlarda her şey, kahveden saza ve raksa kadar her şey, bulunurdu. Yemeklerini -tabak tabak ve hatta lenger lenger- birlikte getiren zevk öksüzü kadınlar göbek taşlarını ilkin lokanta salonuna çevirirler ve sonsuz bir iştiha ile yalancı dolma, börek, baklava yiyip karınlarını alabildiğine şişirirlerdi.
Nemli birer ibrişim çilesi hâline gelerek tatlı bir dardağanlıkla kıvrılıp bükülmesi, renk renk saçların boy boy bedenler üzerinde ve ince dokunmuş ipek örtülerin iltizami müsamahalarla yavaş yavaş küçülüp mendilleşmesi ter içinde, duman içinde kurulan bu çıplak sofraya biraz cinnet çeşnisi katar gibiydi.
Kadınlar bu müphem delilik havasına kahkahadan örülme pencerelerden ciğerlerini açarlar ve birbirlerinin benlerini sayarak, saçlarını ölçerek, yağlarını tartarak boyuna lokma atıştırırlardı.
Yemekten СКАЧАТЬ