Paris’te Bir Türk. Ахмет Мидхат
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Paris’te Bir Türk - Ахмет Мидхат страница 4

Название: Paris’te Bir Türk

Автор: Ахмет Мидхат

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6485-56-3

isbn:

СКАЧАТЬ bayılırdı.”

      Sena: “Hani ya şu çıplak kıyafeti değil mi Monsieur Yorgidis?”

      Gabrielle: “Aman öyle çıplaklık filanlık demeyiniz! Sözün aslını bilmeyenler gerçekten çıplak sanırlar.”

      Sena: “Canım et rengi faniladan vücudunuza yapışan elbiseyi demek istediğimizi anlatıveririz.”

      Yorgidis: “Ama ne vücut!”

      Gelelim Nasuh ile Gardiyanski’ye. Bunlar dahi şu sözleri konuşmuşlar idiyse de her söz arasından şüphesiz ikişer üçer dakika geçerek o veçhile sohbet etmişlerdir:

      Nasuh: (Gardiyanski’nin bir sözünü tasdiken) “Ben de öyleyim. Milletim nev-i beşerdir, vatanım rûy-ı zemin.”

      Gardiyanski: “Ya vatanımın hürriyetini gasp ederler ise!..”

      Nasuh: “Bu insanın namusuna taarruz demektir.”

      Gardiyanski: “Namus uğrunda?”

      Nasuh: “Ölmek!”

      Gardiyanski: “Ölmeye muvaffak olamayan?”

      Nasuh: “Vazifesini ifa etmiş ise teselli olabilir.”

      Gardiyanski: “Etmiş olduğuma şahit vücudumda altı yara vardır.”

      Nasuh: “Şanlı bir adamsınız.”

      Dördüncü Bölüm

      Messagerie İmperiale vapurunun ikinci kamarası yolcuları yemeği bitirdikten, Fransız şaraplarıyla dahi kafaları epeyce ısıttıktan sonra birer ikişer yukarıya, güverteye çıkmışlardı. Çoğu vapurlarda olduğu gibi bu vapurda da birinci ve ikinci mevki yolcularının gezinmelerine mahsus olan yer kıç üzerinde olduğundan yolcular hep oraya toplanmışlardı.

      Hâlbuki bu nöbette vapurun birinci mevkisi pek tenha olup kimseye selam bile vermeyen iki İngiliz lordu ile iki karısı ve birisinin bir validesi ve diğerinin bir oğlu âdeta insandan, yani yol arkadaşından addolunmamak lazım gelir ise diğerleri dahi yirmi yaşında genç ve akran ve emsallerinden üstün, güzel ve gayet ağır tavırlı bir Fransız karısından ibaret idi ki birinci kaptan bu kadına kur etmekten gemiye kumanda etmeye vakit bulamazdı.

      İkinci mevki yolcularının yukarıya birer ikişer çıkmış olduklarını haber vermiştik. Şimdi şunu da haber verelim ki kamaradan en evvel çıkan De Trouville ile Zekâ Bey ve Remzi Efendi olup en sonra ise Nasuh Efendi çıkmış ve yalnız James ile Autrans resim çekmek için kamarada kalmıştılar.

      Marmara Denizi’nin hani ya bazı zamanları olur ki vapurlarda asıl menzillerine bir an evvel varmaya can atan yolcular bile gidip gidip de bu denizi bitirmemek isterler. Bu zaman ise mehtap olsun olmasın havanın berrak olduğu zamanlardır.

      Hava berrak olur ise mehtap olmasa bile gökteki yıldızların cümlesi denize aksederek ve suların hafifçe çarpıntıları ile her yıldızdan binlerce daha parıltı (ecram-ı muzîa) doğarak insan güya bir ışıklı deniz içinde seyahat ediyorum zanneyler. Hele mehtap olur ise artık sular tamamıyla parıldar ya…

      Lakin bu hâlde dahi denizi bir fosfor deryası farz etmeye mahal yoktur. Bu sözden maksadımız, ay ışığının bir serv-i nurani-asa denize akseden istikamet üzerinde su damlalarından doğuyor zannolunan nice milyonlarca nurani kabarcığın derhâl büyüyerek ve hemen yekdiğerini kovalamaya başlayarak tam birbirini yakaladıkları anda ikisinin de mahvolmasını müteakip diğer taraftan milyonlarca başka kabarcığın doğuşunu haber vermektir.

      Ama bizim yolcuların seyahatleri bu kadar bir letafete tesadüf etmemişti. Bir kere mevsim sonbahar olup havalar gereği gibi serinlemiş bulunduğundan ayın da sonu olup buna ilaveten havada bulutlar dahi ufukları kapamış olduğundan âdeta yolcular denizi görmekten de mahrum idiler denilse mübalağa değildir. Yalnız epeyce kuvvetle esen yıldız rüzgârının çalkadığı suların çağıltısı işitilebilirdi ki bu kadar bir zevke mukabil havanın serinliğine ve karanlığına tahammül etmeyi göze aldırmak dahi akıllıların kârı değildi.

      En sonra çıktığını haber verdiğimiz Nasuh Efendi kıç üzerine vardığında etrafı bir kere gözden geçirip Lehli Gardiyanski’yi Mademoiselle yahut Madame Cartrisse ile tiyatrocu Gabrielle’in yanında oturmuş görmekle o tarafa teveccüh gösterdi. Vakıa Madame de Trouville ile Zekâ Bey dahi orada idiyseler de Nasuh Efendi’nin onlardan kaçmaya hiçbir mecburiyeti yoktu. Özellikle bunlar başkaca konuşup Gardiyanski takımı dahi başkaca konuştuklarından Nasuh Efendi doğruca onların yanına varıp “Sohbetinize iştirak edebilir miyim?” diye müsaade istedikten ve uygun cevabını aldıktan sonra yanlarına oturdu.

      Bunlar şiir, nesir, hikâye ve tiyatrolardan bahsederlerdi. Hem de sohbetlerinin cereyan şekline bakılırsa Cartrisse’in hikâye ve tiyatroya pek ziyade merakı olduğu ve Gabrielle’in ise pek çok edebî eser okumuş ve ezberlemiş bir aktris olduğu anlaşılır ve Lehli Gardiyanski dahi Fransız şiir ve nesrinde bunlardan geri kalmazdı. Nasuh Efendi de bu bahiste geri kalmamaya muvaffak oldu. Hatta Fransa’nın meşhur şairlerinden Racine’nin eserlerinden bahsettiği zaman Cartrisse “Adam sen de! Racine, vakıa güzel şiir yazmış ise de İran şairlerinin taklitçisi olan bir heriftir!” demesi üzerine Nasuh Efendi Alfred de Musset gibi birkaç yanık şairin eserlerinden bazı parçalar okuyarak Fransa edebiyatınca vukuf ve malumatı zararsız olduğunu Cartrisse’e anlattıktan sonra onun, Racine’i İran şairlerinin taklitçisi etmesinden hareketle şöyle bir söz daha açtı:

      Nasuh: “İran şairlerini iyi tanımış olmalısınız ki madame onlar ile Racine’in arasında bir mukayeseye muktedir olabilesiniz.”

      Cartrisse: “Evet! Biraz tanırım.”

      Nasuh: “Öyle ise Farsça dahi biliyor olmalısınız.”

      Cartrisse: “Pek az.”

      Gardiyanski: “Pek az Farsça ile bu mukayese mümkün müdür?”

      Cartrisse: “Evet mümkündür. Pek az Farsça öğrenirsiniz. Şark edebiyat tarihini de okursunuz. Zaten o tarih size Şark edebiyatına dair pek büyük malumat verir. Birtakım kitaplar tavsiye eder. Onları ve bazı İran ediplerinin eserlerinden mevcut olan tercümeleri de toplarsınız, iş biter, gider.”

      Nasuh: “Türk ve Arap edebiyatını merak etmediniz mi madame?”

      Cartrisse: “Hayır! Biraz da onlar ile meşgul oldum ise de Farsça kadar kolay gelmedi. Zira tercümeler hem az hem yanlış ve bir de lisanları haddizatında pek güç. Siz merak ettiniz mi mösyö?”

      Nasuh: “Türk olduğum haysiyetiyle elbet merak edeceğim.”

      Cartrisse: “Vay! Siz Türk müsünüz?”

      Nasuh: “Türk olmadığım neden maznun?”1

      Cartrisse: “Vallahi siz Fransız edebiyatından bahsederken ben sizin Türk olduğunuza asla ihtimal veremedim.”

      Nasuh: “Acayip!”

      Gardiyanski: “Oo! Şimdi Türklerde pek güzel Fransızca bilenler vardır.”

      Gabrielle: СКАЧАТЬ



<p>1</p>

Maznun: Zannolunmuş. Zan altında bulunan, kendisinden şüphe edilen. (e.n.)