Название: Araba Sevdası
Автор: Recaizade Mahmut Ekrem
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6485-36-5
isbn:
Sarışın hanımın yaşından söz etmedik. Çünkü bilmiyoruz. Dişlerini tasvir etmedik. Çünkü onları da henüz göremedik. Fakat bu yosma, tahminimizce, olsa olsa yirmi yaşını henüz bitirmiş olabilir. Dişleri de bittabi iki dizi incidir.
Yanındaki arkadaşına gelince: Bu, ötekinden boylu, ötekinden enli, ötekinden yaşlı, hem de çok yaşlı… Mavi gözlü, esmer yüzlü fakat canlı canlı yürüyüşüne bakılırsa yaşına göre, henüz pek dinç; mütemadiyen konuşmasına, şakayı çok sevmesine, sık sık gülmesine bakılırsa pek neşeli; yanlarından gelip geçenlere sanki bir şey söyleyecekmiş gibi dikkatli dikkatli baktığına göre de fazlaca serbest yetişmiş, sanki Kalpakçılarbaşı’ndaki52 dükkânlardan çokça alışveriş etmiş olduğu zannını uyandırıyordu.
Hemen hemen siyaha yakın koyu yeşil canfesten feracesine söz yoksa da bunun arka eteğini daima sağ eliyle tutup kaldırması hoşa gider bir hareket değildi. “Karamandola”dan53 ayakkabıları eski değilse de yürürken feracesinin etekleri fazlaca kalktığından ayakkabılarının üst tarafından görünen beyaz tire çorapları göze hiç de hoş görünmüyordu. Sol elinde tuttuğu beyaz şemsiye ipekli gibi parlıyorsa da kat yerleri biraz sararmış olduğundan fazlaca kullanıldığı kolayca anlaşılıyordu. Kalınca yaşmağı o yaşta bir kadın için pek münasipse de bu yaşmağın ara sıra çenesinden aşağıya doğru kayması hiç de hoş bir şey değildi. Mamafih bu iki kadının birbiriyle arkadaşlıkları ve bir arada görünmeleri, ifratla tefriti iyi bir şekilde denkleştiriyor; güzel bir manzara meydana getiriyordu. Yine bir benzetmeyle sarışın kadın, mesela sarı bir gül, öteki ise bu güle bağlanmış bir mazı dalıydı. Yahut sarışın hanım, çiçek açmış nazik bir fidan, yanındaki de o fidanın intizamsız bir gölgesiydi. Veyahut sarışını, parlak bir güneş, öbürü ise bu güneşin yanından hiç ayrılmayan, onu daha gösterişli, daha parlak göstermekle beraber kendisi de oldukça güzel görünen bir kara buluttu.
9
İki kadın ağır ağır yürüyerek yukarıda sözü geçen havuzun yanında durdular. Oraya beş altı kadar çiçekle, bu çiçeklerden bal alacak birkaç da arı toplanmış, güya havuzu seyrediyorlardı. Bihruz Bey de hanımların peşi sıra gitti; onlardan dört beş adım kadar uzakta, havuzun kenarında bastonuna dayanıp durdu.
Havuz, bu gibi durgun sularda görülen ve bazen berraklıktan daha çok hoşa giden o yeşilimtırak rengi henüz almamışsa da epeyce bulanmış ve sararmış yüzeyi ile kenarlarındaki ağaçlara, bitkilere ve seyircilerine pekâlâ bir ayna vazifesi görebiliyordu. İçindeki kırmızı, beyaz, siyah balıklar sanki güneşten yaşama paylarını almak istiyorlarmış gibi suyun yüzüne çıkmış, mahmur bakışlarıyla sanki o su âleminden etrafı seyrediyorlardı. Güneş ışınları vurdukça havuzun parıl parıl parıldayan yüzeyi, içindeki balıklarla beraber, çirkin renkli, çiçekli bir ipek kumaş gibi görünüyordu.
Henüz adını öğrenemediğimiz sarışın hanımla arkadaşı havuz kenarına gelip de suların aynasında kendi akislerini görünce sarışını söze başladı:
“Bak bak, Çengi Hanım!” dedi. “Yer aynası!.. Görüyor musun kendini?..”
Muhatabı bu sözden bir şey anlamamıştı. Sordu:
“Yer aynası mı dedin?.. O da nedir?.. Yer elmasını bilirim amma yer aynası hiç işitmedimdi…”
“Yaşmağını biraz sıyırır da havuza bakarsan yer aynasının içinde iki tane yer elması da görürsün…”
“Nesine bakayım?.. Bulanık bir su… O kırmızı kırmızı şeyler de herhâlde Amasya elması olacak…”
“Ay, Amasya’da elmas çıkar mıymış?! Ben de bunu işitmedimdi!”
“Elma ayol, elma!.. Elmas değil… Elmasın, pırlantanın İngiltere’de çıktığını bilmeyecek ne var?.. Sen de başka eğlence bulamadın da besbelli benimle eğleniyorsun…”
Kadınların bu konuşmasını büyük bir dikkat ve önemle takip eden, söylenenleri iyice işitebilmek için olduğu yerde -alafranga bir deyimle- baştan aşağı kulak kesilen Bihruz Bey, “yer aynası” benzetmesini ve bilhassa “yer aynası içinde yer elması görüneceği” sözlerini işitince kendi kendine, “Kel espri!.. Kel fines!..”54 diyerek yavaş yavaş abayı yakmaya başladığı sarışın hanımın zarafetine karşı hayranlığını belirtti. “İngiltere, elmas, pırlanta” kelimelerine gelince: Bunları anlamayacak ne vardı?.. İşte kadın, kendisine pırlanta kadar kıymetli taşlar atıyordu… Duyduklarını bu şekilde manalandırmakta yerden göğe kadar hakkı da vardı. Çünkü o mahşerî kalabalığın içinde kendisinden başka -İngiltere’den henüz gelen bir mösyö gibi- alafranga giyinmiş tek erkek yoktu. Böyle cihandeğer bir iltifata nail olduğu için kendisini en büyük bahtiyarlardan saymaya kalkışan Bihruz Bey, bu taşların, daha doğrusu bu zarif hediyelerin altında kalmayacak surette güzel bir karşılık hazırlamaya koyuldu.
Havuz kenarında duran öteki seyirciler de tam bu sırada oradan çekiliyorlardı. Beyefendi bu müstesna fırsatı kaçırmayarak hemen kadınlara yaklaştı. Ceketinin yakasına takılmış olan beyaz jeranyom’u55 yerinden çıkardı ve “İngiltere’yi, Fransa’yı hatta bütün Avrupa’yı satın alabilecek yüksek değerli pırlantanıza böyle bir fane56 çiçekle mukabele etmek doğru değilse de kabulüne lütfen tenezzül buyurmanızı ricaya cesaret etmekle kendimi gerçekten bahtiyar sayarım. Bu iltifatınızın admiratör’ünüzü57 ne derecelere kadar örö58 ettiğini tarif edemem…” diyerek çiçeği sarışın hanıma doğru uzattı.
Kadın bu lakırtıyı hiç üzerine almayarak güya havuzu seyretmeye dalmış görünüyordu. Nihayet yanındaki hanımın ikazı ve zorlaması üzerine “Teşekkür ederim…” diyerek çiçeği aldı, bir toplu iğneyle göğsüne iliştirdi. Sonra yanındaki hanıma “Acaba köşke girmeye izin var mıdır?” diyecek oldu. Yaşlı hanımın cevap vermesine meydan bırakmadan Bihruz Bey öteden söze karıştı:
“Parkın her tarafını gezmeye herkesin drua’sı59 vardır. Zaten böyle rüstik60 yerlere ancak sizin gibi huriler, periler yakışır…” dedi.
Sarışın hanım bu sözleri işitince arkadaşına doğru eğilerek kulağına yavaşça “A!.. A!.. Bu, benim adımı nereden öğrenmiş?!” diye sordu.
Bihruz Bey, yavaş yavaş bu sarışın hanıma yaklaşmak, onunla bilişmek, tanışmak, konuşmak istiyordu. СКАЧАТЬ
52
İstanbul’da meşhur Kapalı Çarşı’nın Nuruosmaniye Camii tarafındaki kapısından Beyazıt tarafındaki kapısına kadar uzanan geniş caddesine eskiden “Kalpakçılarbaşı” denir ve paşaların, yüksek memurların, tanınmış zenginlerin terzileri filan hep orada bulunurdu.
“Kalpakçılarbaşı’ndaki dükkânlardan çokça alışveriş etme”ye gelince: O devirde kaçgöç olduğu için kadınlar şimdiki gibi serbest serbest sokağa çıkamaz, bilhassa öyle kalabalık alışveriş yerlerine kolay kolay sokulamazlardı. Metinde bahsedilen sarışın yosmanın arkadaşı ise pek fingirdek bir şey olduğundan zannımca, yazar herhâlde onun çarşılarda, pazarlarda dolaşa dolaşa kabak çiçeği gibi açılmış olduğuna işaret etmek istiyor.
53
Karamandola ayakkabı: Yine o devirde bir nevi siyah deriden yahut rugandan yapılan bir çeşit kadın ayakkabısına bu isim verilirdi.
Bana bu malumatı veren ve eski bir İstanbul efendisi olan kıymetli ağabeyim Hulusi Kocahârzem’e ve yine İstanbul’un köklü bir ailesine mensup bulunan arkadaşım ve meslektaşım Sayın Melek Topa’ya teşekkürlerimi sunarım. (s. n.)
54
Quel esprit!.. Quelle finesse!..: Ne zekâ!.. Ne incelik!..
55
Géranium: Sardunya çiçeği
56
Fanée: Solgun, pörsümüş
57
Admirateur: Hayran
58
Heureux: Bahtiyar, mesut
59
Droit: Hak
60
Rustique: Kır hayatına ait, kırsal.