Aşk-ı Memnu. Халит Зия Ушаклыгиль
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Aşk-ı Memnu - Халит Зия Ушаклыгиль страница 9

Название: Aşk-ı Memnu

Автор: Халит Зия Ушаклыгиль

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6485-33-4

isbn:

СКАЧАТЬ ceketin bir kolu, iskemlenin kenarından sarkıyordu. Adnan Bey arkasından çıkardığı elbiseleri onun üzerine atmış idi. Nesrin ilerleyerek ceketi elbiselerin altından çıkardı.

      O, “Gördünüz mü? İskemlenin üstünde bırakmışsınız, hiçbir şeyi yerine koymak âdetiniz değil ki…” diyordu Bir müddetten beri böyle hizmetinin noksan görüldüğünden, hiçbir şeye bakılmadığından, hanımsız evde ne kadar dikkat edilse hizmetçilere meram anlatmak mümkün olmadığından bahsetmeyi âdet etmiş idi. Nesrin çıkarken sordu:

      “Çocuklar gelmediler mi?”

      Yatak odasından aşağı indikten sonra bir aralık sofanın penceresinden denize baktı, artık sabırsızlanıyordu. Sonra odasına, iş odasına girdi; bir şeyle meşgul olmak istiyordu. Onun başlıca merakı tahta üzerine oymacılık idi; bütün boş saatlerini kâğıt bıçakları, hokkalar, kibrit kutuları, üzerinde kabartma resimlerle kâğıt baskıları oymakla geçirirdi. Birkaç günden beri ortasında Nihal’in yandan çehresiyle bir küçük tabak çıkarmak için uğraşıyordu. Bunu eline almak, çalışmak istedi, çalışamadı. Tekrar zile bastı. Nesrin tekrar içeriye girdi.

      “Nihal’le Bülent gelmediler mi?”

      Nesrin bu defa gülümseyerek cevap verdi:

      “Gelmediler efendim fakat şimdi nerede ise gelirler.”

      Kız çıktıktan sonra Adnan Bey kalbinde vazıh bir korku hissi duydu. Evet, şimdi gelecekler; o zaman, o zaman ne yapacak?

      En ziyade Nihal’i düşünüyordu. Tereddütlerine galebe çalmak için icat ettiği sebeplerin arasında hiçbir zaman susturmaya muvaffak olamadığı bir korku, bu vakanın Nihal üzerindeki tesirini düşünmekten doğan bir korku vardı. Babasıyla kendisinin arasında başka bir vücudun, başka bir muhabbetin engel olmasına bu nazik, narin, suda yetişmiş bir çiçeğe benzeyen kızın lakayt kalamayacağından emin idi. Pek iyi hissediyordu ki, henüz çocuk iken onu annesiz bırakan matemin o zaman tamamıyla duyulmayan acılarını sonradan, büyüyüp düşünmeye başladıkça birer birer duymuş, onlar çehresine gittikçe derinleşen bir yetim mazlumiyetinin hüzünlerini çekmiş idi. Babasına gülümseyerek bir bakışı vardı ki, ta gözlerinin içinde, ta o tebessümün altında, tamamıyla tanıyıp sevmeye vakit bulunamamış hatta siması bile hatırlanamayan annesi için bir matem gözyaşı saklıyor gibiydi. Şimdi bu babayı, bu ikinci anne bir parça onun elinden alacaktı. O biçare yüreği, bu ikinci ayrılıktan nasıl elim bir yara ile yırtılacaktı! Bunu düşündükçe kalbinde Nihal için ağlayan bir damar sızlardı fakat bu artık nazarında önüne geçilmek mümkün olmayan hatta vukusuna müsaade edilmek lazım gelen bir zarar hükmünü almış idi.

      Adnan Bey şimdi odasının kahverengi uzun perdeler altında yarı bir karanlığa boğulan derinliklerine dalarak, iş masasının yanında meşin koltuğa yarım yaslanmış, ayaklarını uzatmış, düşünürken Nihal ile bütün refakat hayatı parça parça levhalarla koparak gözlerinin önünde yaşıyordu. İlk önce annesini kaybettikten sonra çocuğun huysuzluklarını, o bin türlü, olmayacak sebepler icat olunarak saatlerce devam eden ağlayışlarını görüyordu. O vakitler babasından başka onu kimse susturamazdı. Onda bir de asabi hastalık vardı ki düzensiz fasılalarla minimini nahif vücudunu saatlerce süren buhranlar içinde ezer, hırpalardı. Küçük yatağının yanında, o matem devresinde, o sinir buhranı saatlerinde geçirdiği ızdırap gecelerini düşündü. İşte şimdi hatırına geliyor: Bir gece uykusunun arasında, çocuğun kim bilir nasıl bir rüyadan sonra, korkulu bir sesle onu uyandırmak için “Baba! Baba!” dediğini işitmiş, yatağından kalkmış, yanına giderek sormuştu: “Ne istiyorsun, kızım?” O zaman o, babasını yanında gördükten sonra müsterih olarak, gülümseyerek annesinin vefatından sonra birinci defa olmak üzere sormuştu: “Yarın gelecek mi?” Böyle, ismini söylemeyerek, kim olduğunu belirtmeyerek annesinden bahsederdi. “Hayır kızım!” Her vakit yalnız bu cevapla kanaat ederken bu gece uykusunda galiba bir rüya ile başlayan bu bahsi takip etmişti: “Pek mi uzaklara gitti? Oradan gelmek zor mu bey baba?” O, cevap vermeyerek başını sallamış, bu iki suali tasdik etmişti. Çocuklara mahsus bir inatla o mutlaka bir cevap istiyordu: “Öyleyse biz oraya gidelim, olmaz mı? Baksanıza o gelmiyor, hiç, hiç, bir gün olsun gelmiyor…” Sonra babasının sükût ettiğini görerek birden küçük çıplak kollarını yorgandan çıkarmış, onun başını çekerek, ağzını kulaklarına yapıştırarak, kandilin titrek ve karanlığa benzeyen ziyası altında, etraftan gizli bir şey söylüyormuşçasına hafif, bir kuş nefesine benzeyen sesiyle “Yoksa öldü mü?” demişti. Bu hakikat birinci defa olarak ağzından çıkıyordu. Sonra minimini parmağını uzatarak ve babasının gözlerinden akan birer katre çekingen yaşı silerek ilave etmişti: “Lakin siz ölmeyiniz, babacığım, siz ölmezsiniz, değil mi?”

      O, çocuğu teskin etmiş, yatağına zorla yatırarak örtüsünü üstüne çekmiş fakat yanından ayrılamayarak saatlerce, sessiz, uyumasını beklemişti. Çocuk o gece bütün içini çekerek nefes almıştı.

      Geceleri onu bir müddet yanından ayıramaz, beraber yatardı. Şimdi bile Nihal’le Bülent aralık kapısı daima açık duran, yanında bir odada yatarlardı; daha ötede mürebbiyelerinin -ihtiyar Mlle de Courton’un- odası vardı. Yalnızlık bu baba ile kızı o kadar sıkı bağlarla bağlamıştı ki ancak birbirinin havası muhitinde yaşamaktan haz alabiliyorlardı; mürebbiye, Nihal’den ziyade Bülent’in bir arkadaşıydı. Gece Nihal, Bülent’in uykusunu bekler, kadınla beraber çıktıktan sonra babasıyla yalnız kalmakta garip bir lezzet bulur, güya hayatının bir türlü dolmayan boşluğu içinde babasıyla böyle baş başa kalış kalbinin bütün ıssız köşelerini saadetle dolduracak bir samimiyet kazanırdı.

      Adnan Bey kızıyla bu refakat hayatının tafsilatını görürken etrafına, odasına; hatıralarının, kızıyla beraber geçen saatlerin sessiz şahitlerine bakıyordu. İşte, ta odanın karşı duvarını boydan boya kaplayan yüksek, geniş, oyma cevizden, tek parça camlı kapaklarıyla kütüphane, bütün vakur, iri kitaplarla dolu; ötede kapıya karşı, yan tarafta bir vakitler merak edilerek toplanmış güzel yazılardan mürekkep zengin bir levhalar mecmuası ki karmakarışık fakat perişanlığında gözleri okşayan latif bir zevk ile tertip edilerek duvarı kaplamış; sonra diğer duvarlarda, son merakının yadigârı: Oyulmuş tahtadan minimini hücreler, resim çerçeveleri, mendil kutuları, aralarından kurdeleler geçirilerek tutturulmuş yelpazeler, ta ortada büyük bir parça kök üstüne kabartma çıkarılmış bir ihtiyar başı… Bugün, bu şeyler ona tuhaf bir nazarla bakıyorlar gibiydi.

      Duvardaki oymaları uzun uzun seyrediyordu. Bu ufak tefek şeyler, Nihal’in yanında, işte şurada, yeşil kalpaklı lambanın altında geçirilen muhabbet ve merhametle dolu bütün saatlerin mahsulleriydi.

      Adnan Bey elini uzattı, masanın üstünden daha tamamlanamayan Nihal’in çehresini aldı. Bu henüz bitirilmemişti; henüz ne saçlarının, simasını ipekten bir çerçeve içine alan dalgaları ne de nahif çehresinin hastalıklı süzgünlüğü belliydi fakat o, yüzüne baktıkça kendisine ağlamak arzusunu veren hasta simayı şu müphem çizgilerin arasından tam bir açıklık ile görüyordu.

      Ah! Nihal’in o yaşamaktan şikâyet ediyor zannolunan sarı, sarılığında uçucu bir pembeliğin aldatıcı neşeleri hemen solacak bir gül inceliğiyle titreyen hazin çehresi! O hasta iken sizi yalancı gülüşlerle aldatmaya, etrafındakileri sahte bir saadet içinde iğfal etmeye çalışan, derinliklerinde hastalıklı ruhu ağlarken gülen gözleri… Bunları bütün manalarıyla СКАЧАТЬ