Hicabi Bey’e gelince: Onu Suphi ile karşılaştırabilmek pek de kolay değildir. Biçare Hicabi o zamana kadar ömrünü hep ailesi halkının ihtiyaçlarını karşılamaktan geri kalmayan bir izzetinefis ile geçirmiş olup gerçi sonradan o dahi tabiatın hakikatlerine düşkünlükte Suphi’den aşağıda kalmayacak bir meraka düşmüş ise de heves ve merak gibi şeylerin emrettikleri ve zorladıkları gayret ve sebata vücudun kuvveti yetmeyecek olursa insan her hâlde aczini hissedeceğinden zavallı Hicabi o gece İngiliz vapurunun kamarasında kendisini tabut kadar dar bir yatak içinde bulup da kımıldanmanın pek de kolay bir şey olmadığını görünce hemen hemen sabahlara kadar gözlerine uyku girmemişti.
Şu uykusuzluğun sebeplerinden birisi de kız kardeş, birader, eş ve evladından ayrılmak meselesinin ruhsal kederleri sayılsa uzak bir ihtimal değildir.
Bununla beraber Hicabi’nin bu ilk geceki sıkıntısına bakıp da yolculuk ve seyahat meşakkatlerine tahammül edemeyerek yarı yoldan ve daha doğrusu yolun başlangıcından geriye döneceğini hayal etmemelidir. Vücudunda kuvvet her ne kadar pek az ise de kalbindeki gayret pek çok olduğundan yolculuk meşakkatlerini kendisine bir zevk, bir sefa saymak derecesinde kalbindeki gayretin teşvikini memnuniyetle kabul etmekte idi.
Sabah olup da iki arkadaş yataklarından çıkarak yüzlerini yıkadıktan sonra kamarotun getirdiği kahve, süt ve biraz da francala ve tereyağı ile hem sabah kahvesini içmek hem de ilk kahvaltıyı yapmak işlerini görürlerken Suphi Bey sormuştu ki:
“Nasıl arkadaş? Bu gece hayli rahatsız oldun ya?”
“Olmadım desem yalan söylerim. Fakat karşılaştırılacak olursa en rahat seyahatimiz şu Karadeniz seyahati olacaktır. Bundan sonra daha güç yolculukları düşünerek bu zahmete teşekkürler ediyorum.”
“Yok! Yolumuzun bundan ilerisinde dahi öyle insanı yıldıracak zahmetler yoktur. Bir Rus köylüsünün evinde dahi insan pekâlâ misafir olabilir. Bir Tatar medresesinde iki kaşık çorba bulunabilir.”
“Demek oluyor ki sen bu gece hiç rahatsız olmadın ha?”
“Hiç değil ama rahatsız olmadım demektir. İnsan arkasının alışmış olduğu yatağını terk ederse şüphe yok ki yerini yadırgar. Lakin İstanbul’da bir yere misafirliğe gitse idim ne kadar rahatsız olacak idiysem bu gece de o kadar rahatsız oldum. Fakat bu kadarcık rahatsızlık seyahatin güzelliklerini bize meşakkat olarak gösterebilir mi?”
“Hayır! Onun için demiyorum. Şüphe yok ki insan her yerde rahat da edebilir, rahatsız da olur. Bununla beraber karadan edeceğimiz seyahatin zahmeti elbette deniz seyahatinden fazladır.”
“Zahmeti fazladır ama zevki de fazladır.”
Kahvelerini, kahvaltılarını yiyip içtikten sonra ikisi de kürk kaplı paltolarına bürünerek güverteye çıktılar. Bayağı şiddetlice bir lodos rüzgârı esmekte idiyse de vapur bütün yelkenlerini açarak dalgadan dalgaya sekmekte olduğu için sallantısı azdı.
Akşam birlikte yemek yemiş oldukları kaptanlar bizim yolcuları görünce şapkalarını çıkarıp selamladılar. Kaptanların çehrelerindeki güleçlik bu havadan pek ziyade memnun olduklarını gösteriyordu.
Suphi, Hicabi’ye dedi ki:
“Şu kaptanların niçin memnun olduklarını anlayabilir misin?”
“Havalarını bulmuşlar da ondan!”
“Onlar ömürlerini deniz üzerinde geçirmek için yaratıldıklarından Odesa’ya altmış saatte varmak ile seksen saatte varmak arasında bir fark bulunur mu?”
“Ne bileyim ben?”
“İşte İstanbul’da baklanın, enginarın turfandasından başka bir şeye kafa yormayan beyler dünyanın böyle inceliklerini hesap edemezler.”
“Bunda ne incelik var?”
“Ne incelik mi var? Yelkenlerin yardımı ile bu vapur Odesa’ya yirmi saat evvel varırsa saatte onar kantardan iki yüz kantar kömür kazanılmış olur.”
“Öyle ya!”
“Dur dahası var. Bu iki yüz kantar kömür de en kötüsü yirmi liraya yakın para ederek o para da bizim gibi yolculardan aldıkları ücretler gibi sonra bölüşülmek üzere çalınmış şeyler defterine kaydolunur. Şimdi anladın mı? Avrupalılar da hırsızlık ederler ama böyle efendilerinin aramamak üzere karar verdikleri şeylerden çalarlar.”
Hicabi Bey, Suphi’nin yalnız yüksek bilimsel konulara değil genel işlere de böyle hiçbir kimsenin kafa yormaya lüzum görmeyeceği şeylere varıncaya kadar kafa yormuş olmasına şaşarak bununla beraber arkadaşını takdir dahi etti.
Birinci kaptanın karısı bütün gece kendisini hapsetmiş olduğu kamaradan biraz hava almak için dışarıya çıkmış ve akşam sofradaki beraberlikten dolayı bizim yolcuları selamlamıştı. Bu kadın Fransız ve Alman dilleri gibi yabancı dillerden birisine vâkıf olmak şöyle dursun kendisi İrlanda kıyılarından bir balıkçı kızı olmasıyla yerli dilinden başka hatta İngilizceyi bile bilmezdi. Dolayısıyla Fransızca konuşup konuşamadığı hakkında Suphi Bey’in sorduğu soru boşa çıktığı gibi Almanca bilip bilmediği hakkında Hicabi’nin sorusu da cevapsız kalarak kadın ise hâl ve hatır soruyorlar zannıyla İngilizce yalnız bir “Thank you.” yani “Teşekkürler ederim.” demekle karşılık verirdi.
Kadının hâline gülmek mi gülmemek mi lazım geleceğini düşünmeye dahi lüzum görmeyen iki arkadaş ufku çepeçevre istila eden deniz yüzeyini seyretmeye başladılar. Suphi Bey yeryüzünün küreselliğini ispat için şu deniz yüzeyinin dışbükeyliğinden büyük bir açık delil olamayacağını arkadaşına anlatıp Hicabi Bey dahi artık bu gibi bilimsel meselelerin acemisi olmadığından denizlerin yalnız yeryüzünün küreselliğini ispata yarar bir açık delil olmadıklarını ve belki yerin çekim gücünü ispata dahi o kadar açıklık ile delalet ettiğini öne sürerek dedi ki:
“Geçenlerde bu bahis bir yerde hayli dedikoduya yol açmıştı. Yeryüzünün küre bir cisim olduğunu bir türlü zihnine sığdıramayan bir zat ‘Eğer dünya bir küre ise ayak ucumuza gelen denizler baş aşağı bulundukları hâlde nasıl olup da dökülmüyorlar?’ sorusunda ısrar ederek hâlbuki genel çekim kuralı hakkında değil hiçbir şey hakkında kendisinde bir ön bilgi bile bulunmadığı için herkes bu meseleyi kendisine anlatmaya boş yere çalıştıktan ve anlatamadıktan sonra dedi ki: ‘İşte efendim! İspatı mümkün olmayan saçma sapan sözleri böyle bilimsel kanunlar suretinde herkese yutturmaya çalışanlara şaşarım. Bu meselede beni ikna edebilecek olan laf ebesi bilim adamlarının alınlarına çelenk takarım.’ ”
“Ah! Cenabıhak bu kadar bönlüğü bana da ihsan buyursa idi de ömrümü diğer hayvanların nail oldukları kayıtsızlık nimeti gibi bir nimet içinde geçirseydim.”
Suphi’nin bu üzüntüsü insan akıllarının tabiatın hakikatleri karşısında ne kadar aciz olduğu meselesine bir giriş açarak bir insanın şu acayip kâinat ve şaşırtıcı âleme СКАЧАТЬ