Название: Turfanda mı Turfa mı?
Автор: Mizancı Mehmed Murad
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-605-121-973-8
isbn:
Mansur (kendi kendine):
“Burada kalmam için kati ısrar var. Lakin ben kesin kararımı bozabilir miyim? Seçmiş olduğum yolun daha ilk adımında bir zikzak yapmak hatasına düşecek miyim? Hayır, bu olamaz.” diyordu.
İlk Adım ve İlk Ümitsizlik
O akşam Mansur otele döndüğü vakit, İsmail Bey de beraberindeydi. Salih Efendi, Mansur’u konağa getirtmek ve yerleştirmek için İsmail ile beraber birçok ısrar ettiği hâlde muvaffak olamamıştı. Akşamüstü Mansur giderken Salih Efendi mutlaka kandırmak vazifesiyle İsmail’i yanına katmıştı.
Yolda, Löbon’un yemek salonunda, yine otele kadar Beyoğlu Caddesi’nde İsmail başka bir lakırtı etmemiş, hep yalvarmış, bir iki kere hiddetlenmişken yine Mansur’un yumuşadığı yoktu.
Otelin odasında oturur oturmaz, İsmail yine ricaya başladı. Mansur’un canı sıkıldı. Başını biraz kaldırdı ve mühim bir kararı bildiren hâkim gibi dedi ki:
“Bak kardeşim. Odamdasın. Misafire saygı, İslam’ın hasletlerindendir. Onun için seni bilhassa odamda kırmak istemem. Sırf senin kardeşçe sevgin için büyük bir fedakârlık olmak üzere işte ricanı bu şartla kabul ederim.”
“Ben doktorum. Oldukça işe yarar diplomam da var. Ben yarın, öbür gün Tıbbiye Mektebi’ne gideceğim, diplomamı göstereceğim, imtihanlı imtihansız, her nasıl olursa, İstanbul’da doktorluk yapmak için izin isteyeceğim. İzin verilir, doktor sıfatıyla cemiyette tutulur, amcam da fikrimi almaksızın başkasına müracaat etmemek şartıyla beni aile doktoru tayin etmeye razı olursa, ben de o vakit hizmete karşılık ücret yerine konakta bir iki oda ile yemeği vesaireyi kabul edebilirim. Yoksa taş çatlasa başka türlü olmak ihtimali yoktur. Nafile yere yorulma.”
“Bir de bu “bedel” maddesi, sırf vicdanımı teskin için olacağından üçümüzden başka da bir kimsenin bundan asla haberi olmayacaktır. O vakte kadar ben de birtakım aletler ve ilaçlarla uğraşıp tecrübeler yapmak lüzumundan bahisle, mektebe yakın bir daire kiralar ve konağa mümkün mertebe sık gelip giderim. Artık bunun bahsini keselim.”
Gece İsmail Bey hâl ve keyfiyeti babasına arz etti.
Ertesi günü Salih Efendi, üzerinde “gizlidir” ibaresi yazılı bir zarfı uşağı vasıtasıyla Bab-ı Seraskerî (Millî Savunma Bakanlığı)’ye gönderdi. O gün akşamüstü Serasker Kapısı’ndan da mektep idaresine özel bir mektup gitti.
Mansur, İsmail gittikten sonra kalbindeki duygu ve düşünceleri hatıra defterine yazdığı sırada şu satırları ilave etti:
“Nazariyat ile tatbikat arasında zannettiğimden ziyade fark olduğunu hissediyorum.”
“Henüz bir işe el sürmemişken hareket tarzımdan bir iki noktayı değiştirmeye mecbur oldum. Memleketin usul ve âdetleri, yani ‘Ne diyecekler?’ meselesini ben hesaba katmamıştım. Hâlbuki amcamın telaşından, İsmail’in ısrarından, saçmalığıyla beraber bunun da hesaba katılacak meselelerden olduğunu anlıyorum. Küçük, bir iki odalı dairemde, tek başıma, her harekette serbest bulunmak birinci emelimdi. İşte bu emelimi, geçim derdimin ilk kurbanı yapmış oluyorum. Cenabıhak ilerisini hayreyleye.”
Defteri kapadıktan sonra bir müddet düşündü.
“Yok, böyle bırakmaya gelmez. Mutlaka hareketimi düzeltmeliyim.” dedi.
Düşündüğü, o gün amcasının evinde Zehra’ya karşı yaptığı münasebetsiz hareketti.
Mektupluk kâğıt alıp birkaç satır yazdı, tekrar okudu, zarfa koydu.
Ertesi günü, sabahleyin gelen İsmail Bey ile birlikte İstanbul’un ziyaret edilecek yerlerini dolaştılar.
İsmail Bey’in arabasına binmiş, Beyoğlu Caddesi’nden geçerlerken İsmail Bey karşılarına gelen bir harem arabasının içindekilere bakarak tebessüm etti ve ufak bir işarette bulundu. O tarafa bakmış olan Mansur arabadaki hanımların karşılık verdiklerini gördü.
Mansur’un zihninden, “Karısı ile kayınvalidesi olmalı.” düşüncesi geçti. Lakin İsmail Bey, İstanbul tarafında diğer bir arabaya bakarak hareketini tekrar etti. Zaten o gün pazar bulunduğu için sokaklarda birçok konak arabası vardı. İsmail Bey, güya suale cevap veriyormuş gibi:
“Bunlar Beyoğlu’na, Kâğıthane’ye giderler. Fakat asıl Kâğıthane günü cumadır. Cuma günü beraber gidelim. Kâğıthane’mizi görmüş olursun.” dedi.
Mansur sesini çıkarmadı. Fakat bir müddet sonra İsmail Bey, üçüncü bir arabadakilerle işaretlenince ciddi olarak:
“Bunlar bizim ailemizden mi?” diyerek sordu. İsmail Bey sualin ciddiyetiyle sesteki değişiklikten dolayı “hayır” derken biraz kızardı.
İsmail Bey’in millî ahlak ve terbiyeye vergili olan bu kızarmasını gören Mansur, yine sesini çıkarmadı ve arabanın köşesine çekilip yalnız kendi tarafına bakmaya başladı.
Ayrıldıkları sırada Mansur, İsmail’e bir zarf uzatarak:
“Şunu Zehra Hanım’a vermek zahmetinde bulunur musunuz?” dedi.
İsmail, hayret ve latifeyi ima eder bir tarz ile dedi ki:
“Vay! Şimdiden başladınız mı? Bense dünkü görüşmenizin aksi neticesinden dolayı üzülmüştüm.”
“Hükümde pek acele etme. Mektup açıktır. Okuyabilirsin.”
“Okuyup ne yapacağım? Hem Mansur, sen Zehra’yı adi kadınlardan sayma, aldanırsın.”
İsmail bunu söyleyerek zamklı kenarını ıslattı ve mektubu kapayarak yan cebine attı.
Mansur bir şey söylemeye lüzum görmedi.
Pazartesi günü sabahleyin saat on bir sularında Mansur, Tıbbiye Mektebi’ne giderken İsmail Bey de beraber gitmek için ısrar etti. Mansur kesinlikle reddetti.
Mansur’un kendine göre bir düşüncesi vardı. İşinde kayırılma eseri bulunmayacaktı. Zavallı çocuk! Kayırılma zaten olmuş hem de kendisinin en istemediği bir surette tesirini göstermişti!
Bunun için mektepteki işi çabucak bitti, o günden itibaren Mansur hekimlik yapmaya yetkili Osmanlı doktorlarından olmuştu. Haftada iki kere mektebe gidip otopsi salonunda bulunacak ve hastaları muayene eden nöbetçi doktora yardım edebilecekti.
Mansur memnun, mesut olarak mektepten çıktı; memnuniyeti, işinin “sürat ve intizam” üzere bitmesinden dolayı idi.
Mekteptekiler ise Mansur’dan evvel gelen kayırılma emri üzerine daha görmeden Mansur hakkında kıskançlık duymuşlarken, Mansur’u görüp konuştuktan ve diplomasını gördükten sonra kanaatlerini değiştirdiler. Hatta iç hastalıkları hocası Mehmet Efendi:
“Keşke СКАЧАТЬ