Название: Mai ve Siyah
Автор: Халит Зия Ушаклыгиль
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-605-121-915-8
isbn:
Sesinin ahengi, içtenlikli bir duygulanışla ölçünün ağır akışı üzerinden hastalıklı bir su akışı gibi akıyor, kelimeler uzun bir yas iniltisi hâlinde hafif kıvrımlarla uzayıp gidiyordu. Bu okuyuş biçimi şiirin yas ve umutsuzluk havasını iyiden iyiye yorumladı. Böylelikle, manzume bittiği zaman her ikisi de sustular.
Bu, bir tür sarhoşluk veren şiir şarabı beyinlerini okşayarak uyuşturmuştu. Öyle sessiz, kendilerinden geçmişçesine, karşılarında güneşin parıltılarıyla parlayan tabloya; ta uzakta, denizin kucağına süzülen Üsküdar’a, beride bir süre sürdükten sonra birdenbire kesiliveren Boğaziçi’nin görüntülerine, Üsküdar iskelelerinden kalkan bir vapura, Beşiktaş’tan karşıya ağır ağır geçen bir kayığa uzun uzun baktılar.
Birkaç gün önceden beri süregelen yağmurlar yalnız o sabah dinerek gökyüzü açılmış, güneş hafif bir sıcaklık yayan ışığını bol bir cömertlikle saçmıştı.
Bahçenin çok yağmur yemiş otlarından, ağaçlarından, topraklarından bir buğu yükseliyor, güneşin altında titriyordu.
Ta karşılarında Çamlıca tepelerinin üstünde hava titreşim yapıyor; ıslak topraklardan yükselen sisli bir soluk, sanki askıdaymış gibi, hafif hafif sallanıyordu.
Bahçenin toprak kokusu, demin ellerindeki kitaptan fışkıran o aparı, dupduru tatlı su; karşılarındaki titrek havanın altında buğulanan güneşli görüntü; denizin üstünde birbirini kovalıyormuş gibi uçuşup kaçışan ışık parçaları; beyinlerine tatlı bir uyuşukluk veriyordu. Öylece düşündüler, düşündüler. Sonra birdenbire Ahmet Cemil dedi ki:
“Ah, neler duyuyor, sezinliyor da çözümleyemiyorum. Bir şey yazmak, o duyguların içinden bir şey çıkarmak istiyorum ama bir kez ne yazmak istediğimi belirleyebilsem. Şurada -beynini gösteriyordu-bir şey var, bir şey duyuyorum ama düşlerde tutulamayan biçimler gibi parmaklarımın arasından kaçıyorlar. Bilir misin nasıl şey? Bak şu gökyüzüne, ne görüyorsun? Maviliklerden oluşmuş bir deniz…
Gözlerinle onun içine girmeye çalış. O mavilikleri yırtmak için uğraş, ne görüyorsun? Mavi… Her zaman mavi… Değil mi? Sonra bak ayağımızın altındaki toprağa, ne buluyorsun? Donmuş, simsiyah bir renk… Of! O siyah toprakları parçalayarak içeriye bak; in, in, in; ne kadar inebilmek elden gelebiliyorsa o kadar in; ne buluyorsun? O siyahlıklar içinde ne buluyorsun? Siyah… Her zaman siyah, değil mi?..
İşte, öyle bir şey yazmak istiyorum ki yukarı bakılsa mavi ve her zaman mavi; aşağı siyah, her zaman siyah… Bir şey ki mavi ve siyah olsun. Hasta mıyım, bilemiyorum; ama ah! O ne yazmak istediğimi bilsem; onu şöyle karşımda resmi çıkarılmış, resim hâline getirilmiş olarak görmek mümkün olsa!.. İşte o vakit sanıyorum ki artık ölebilirim. Hayattan payını tamamıyla almış bir adam olarak gözlerimi kapayabilirim.”
Bugünden sonra bütün müsveddeler yakıldı. Bir harf bile bırakmadılar. Bütün o içlerine doğan tasvirleri, veremli kızlar ağzından söylenmiş ezgileri, darmadağın çiçeklere seslenmeleri, çocuğunun mezarında ağlayan anneleri dile getiren şiirleri Fuzuli’ye, Baki’ye, Nedim’e yapılmış nazirelerle birlikte yakıldı, tahmisler, tesdisler parçalandı; her şeyden önce okumak, duygularını eğitmek gerekeceğini anladılar.
Yalnız yazmakla, her zaman işleyen işçi gibi sanatın aynı derecesinde kalacaklarını ama eğer gerçekten sanat sahibi olmak isterlerse gerçek sanat adamıyla tanışıp uyuşmak, onların hünerini, gizlerini analiz etmek gerekeceğinde birleştiler. Önce akla yatkın bir düzen ve planla başlamak hevesindeydiler. Bir edebiyat tarihi dizisi buldular. Sırayla okumaya karar verdiler. “İlyada”ları, “Odysseia”ları okuyacak oldular; bunları yarıda bıraktılar.
Hüseyin Nazmi’nin getirttiği bütün eski edebiyata ilişkin kitapların ötesinden berisinden beşer onar sayfa kesilmekle kaldı. Daha yakın zamanlara inmekte acele ediyorlardı. Yunan ve Roma edebiyatlarının üzerinde fazla duramadılar. Üstelik Orta Çağlardan sonra iki üç yüzyıllık edebiyatı iki üç ayda, esneye esneye uyuya uyuya, geçtiler. Yeniden umutsuzluk duymaya başladılar; biraz daha yakın zamanlara gelmek istediler: Goethe’ye Schiller’e, Milton’a, Young’a, Byron’a, Hugo’ya, Musset’ye, Lamartin’e kadar geldiler…
O vakit bu evrenin lezzetleriyle kendilerinden geçerek uzun, pek uzun bir süre kalmak gerekeceği bakışlarında belirlendi. O şiir denizinin içine daldılar. Artık derslerini bütünüyle savsaklar olmuşlardı. Okulda bütün kurtarabildikleri vakitleri bunlara ayrılmış bulunuyordu. Dilde güç kazandıkça şiirin tadına kanamaz olmuşlardı.
O yıl imtihanlarını pek zor verdiler. Ama bunun onlarca ne önemi var?.. Asıl, imtihandan sonraki iki ay tatili beklemekteydiler. Bu iki ay içinde istedikleri gibi okuyacaklardı…
Ama ne kadar yazık ki ne kadar yazık! Dert ve felaket insanları en çok umuda sarıldıkları zamanda hırpalamaktan zevk alır. Ahmet Cemil o iki ayı, Hüseyin Nazmi’nin her yaz ailesiyle gittikleri Erenköy’deki köşkünde geçirmeye hazırlanırken talih kendisi için başka bir şey hazırlamakla uğraşmaktaydı: Babası bu sırada vefat etmişti.
5
Ahmet Cemil için bu felaket öyle bir beklenmeyen vuruş idi ki bir süre bütün beyni donmuş gibi sersemlik şaşkınlık içinde kaldı.
Onda, şiirle uzun süredir yakından ilgilenmek, hastalıklı denilebilecek bir duygusallık meydana getirmişti. Öyle bir duygusallık ki bu duygusallıkla hastalıklı olanları başkaları için anlaşılmaz, davranışlarında akla yatkın hareket edip etmediğine kesin yargı verilemez; hareketlerinde, düşüncelerinde, duygularında bir büyüklük olduğu kanısına varılır da bunun yerinde olup olmadığını onaylamaya cesaret edilemez bilinmez şeyler hâline getirir.
Öyle bir duygusallık ki bir gün hayatı bütün çirkinlikleriyle, aç kalmış ailelerden, gözsüz genç kızlardan, beynini bir kurşun parçasıyla dağıtan umutsuzluğa düşmüşlerden, (şuna buna) avuç açan beyaz saçlı adamlardan, çocuklarını kilise kapılarına bırakan annelerden, bir şarap şişesinin yanında insanlıktan sıyrılmaya çalışan kara bahtlılardan, bütün o çirkinlikten meydana gelmiş gibi gösterir. İnsana “Kaç, bu hayattan kaç!” der.
Başka bir gün ise gözlerinin önüne bütün güzelliklerini döker: Bulutların arasında nazlı nazlı yüzen bir ay, türlü renklerden yangınları içinde ufuklardan çekilip giden bir güneş, etekleri denizlere dökülmüş yeşil dağlar gösterir, “Sev, bu doğayı sev!” der.
Bir gün mutlu, başka bir gün mutsuz; bu dakikada çok sevinçli, biraz sonra hüzünlü yapar. Veya bir anda yüreği hem sevinç ve neşe hem de gamla doldurur. Öyle bir duygusallık ki bir hastalığa benzer de değildir.
O felakete uğradıktan sonra Ahmet Cemil, bütün duygu yetenekleri yok olmuşçasına donmuş bir varlık hâline geldi. Artık yatılı gidemediği okuluna yalnız başına gidip geliyordu. Okumuyordu; üstelik sevgili şairlerini, o ruhunun en içtenlikli arkadaşlarını yoldaşlarını bile, kendileriyle olan yakınlığını sürdürmeye değer bulmadı. Hüseyin СКАЧАТЬ