Mai ve Siyah. Халит Зия Ушаклыгиль
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Mai ve Siyah - Халит Зия Ушаклыгиль страница 6

Название: Mai ve Siyah

Автор: Халит Зия Ушаклыгиль

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-605-121-915-8

isbn:

СКАЧАТЬ dediği barınak alınmıştı.

      Ahmet Cemil, bu evin nasıl alındığını hiç aklından çıkarmaz: O vakit on dört yaşında vardı. Tam okula yatılı olarak girdiği yıl… Babası oğlunu ev alınmadan önce okulda yatılı olarak bırakmadığı için o vakte kadar beklemişti. O gün, ilk kez olarak kira evinden kurtulup kendi evlerine geldikleri gün, nasıl bir telaş içindeydiler! Bütün eşya aşağıdaki mermer avluya, mutfağa, sokağa bakan odaya tıkılmış, her şey birbirine karışmış; babası, annesi, kız kardeşi bu gürültünün içinde şaşırmıştı.

      Bu karışıklığın içinden hangisini almak, hangisini nereye koymak gerektiğini bilmediklerinden şaşkın, kararsız kalmışlardı. O vakit babasıyla annesi arasında bir süreden beri sürüp gelen konu yeniden canlanmış, o -babasına Kula’dan armağan olarak gelen- kilim döşemelerin yukarıdaki pembe odaya mı yoksa sofaya mı konacağı meselesi tazelenmişti. O vakit herkes kendi görüşünü ileri sürdü. Herkesten kastedilen de Cemil’le İkbal… Cemil, doğal olarak, babası gibi pembe odayı, İkbal annesine uyarak sofayı uygun görüyorlardı.

      Sonunda hizmetçi kız -taşralı iri yarı bir kız- hakem olarak atandı. Hizmetçi şaşaladı. Bu egemenlik duygusunun önemi altında beyni darmadağın oldu. O hem pembe odaya hem sofaya yandaş çıkıyordu. Onun düşüncesini uygulamak gerekseydi kilim döşeme ikiye bölünecekti.

      Kendi evlerine gelmiş olmak, herkeste eğlenceye bir merak uyandırmıştı: En küçük nedenlerle bir şakalaşma yapılıyor, gereğinden fazla gülünüyordu. Bu önemli konuda bir eğlenceye yol açmış oldu: Ahmet Cemil’in fesini kura çantası yaptılar; iki kâğıt parçasına “pembe” ve “sofa” sözleri yazıldı. O vakit talih yargısını verdi; pembe odaya talih yâr oldu. Şimdi ne vakit Ahmet Cemil, o eskimek bilmeyen kilim döşemenin üstüne otursa babasının bir yargıç ciddiliğiyle elini fese sokarak “Göreyim seni pembe oda; senin acımana kaldı!” deyişi gözlerinin önüne gelir.

      O vakit ne kadar mutlu idiler. Her akşam yemekten sonra saatlerce birlikte otururlar; babası yazısını yazar, kanun kitaplarını karıştırır; Ahmet Cemil bir köşeye büzülür, dersine çalışır; annesi oğluna bir gömlek veya kızına giysi dikmekle uğraşmaktadır; İkbal -kız çocuklarını her zaman annelerinin eteklerine sürükleyen bir duygu ile- annesinin yanında, örneğin babasının eskimiş para kesesinin yerine geçmek üzere, yeni bir kese örer; ara sıra bu dört kişiden birinin ağzından çıkıvermiş rastgele bir söz konuşmalara yol açar. Ahmet Cemil başını kaldırır, İkbal güler, babası bir öykü anlatır. Kimi zaman bütün bu uğraşmaların türü değiştirilir…

      Babası yazılarını bitirmiştir. Ahmet Cemil dersini yapmıştır. Daha yatağa girmek için epey bir zaman vardır; o vakit ortaya bir başka iş çıkar: Babasının “Mesnevi”ye pek merakı vardır, kitabın gelişigüzel bir yeri açılır. Her yeri çekici ve sürükleyici olan bu kitabın bir öyküsü okunur. Ahmet Cemil’in küçük yaşından beri eğitim-öğretim ortamındaki bütün adımlarına yol gösterici olan bu baba o vakit oğluna ders verir: Bir inceliği, bir espriyi anlatmak, bir mazmunu yorumlamak için saatlerce yorulur; bu genç beyni bir gonca gibi nazik parmaklarla açmaya çalışır…

      Kendi evlerine geldikten sonra bu gece çalışmaları haftada sadece bir kez olarak kaldı. Ahmet Cemil okulda yatılı olduktan sonra bu aile heyetinin önemli bir direği, haftada altı gece orada hazır bulunamaz oldu. Babasının deyimince “iskemle üç ayaklı” kaldı. Ama ne yapalım? Her şeyden önce çocuğu hayata hazırlamalı. Üstelik mümkün olsaydı da İkbal’i de okula yatılı verselerdi. O vakit iskemle iki ayağı üzerine durmaya çalışırdı…

      Ne kadar yazık!.. Şimdi iskemle gene üç ayak üstünde ama bu kez eksilen ayak, o kadar önemli bir ayak ki iskemle duramıyor…

      O vakitten sonra bu küçük mutlu aile nasıl değişmiş, ansızın bir kaza vuruşuna uğrayan bu yuvacık nasıl darmadağın, baş aşağı düşmüş gibiydi.

      O vakitten beri o pembe odanın içinde o kilim döşemenin üstünde bir şey noksandı. Bu evin bütün havasında hayatın büyük bir ögesi eksilmişti. O noksana kendilerini alıştıramamışlardı. Hele ilk yas günlerinde bir akşamüstü, örneğin kapı çalınsa İkbal’in “Babam geldi!..” diyeceği tutardı. Yemek sofrasının başında toplandıkları zaman hepsinin beyninde çizili olan o yüz, sanki daha orada, karşılarında imişçesine o yemeğe başlamadan ötekiler ellerini uzatmazlardı.

      O vakit acılı bir hüzün sessizliği başlar, bu sofra başında bir mezarın sessiz iniltisi egemenliği sürer, ciğerlerinden çıkan bir hıçkırık boğazlarına kadar gelir takılır, lokmaları geçmez; bu anne, yaşların saldırısı ile titreyen gözlerini oğlu ile kızına dikerdi. Bir an için bu üç kişinin gözleri birbirine rastlayıverse o hazır duran yaşlar birbirini uyandırır, taşardı. Yiyemedikleri lokmalarıyla hüzünlü duran tabaklara damlar, “Ne oldu, bu çocukların babaları ne oldu?” sorusu sofranın havasında uçar gibi olurdu.

      Kaç sabah Ahmet Cemil yatağından, göğsünde bir ateşle kalktıktan sonra, sanki korkunç bir düşten uyanmış da sabahleyin o düşün altından mutlu bir gerçek çıkacakmışçasına odasından yavaşça yürüyerek babasının odasına gitmiş; onu daha yatağının içinde rahat bir uyku ile uyuyor hâlde görecekmiş umudu ile titremişti.

      O günden sonra hayat mücadelesi ne korkunç başlamış, geçim yükü bu zayıf omuzlara nasıl çökmüştü!..

      O zamana kadar hayatın daha ilk bölümünü bile okumamıştı. Ah, okulda geçirdiği zamanlar!..

      Ahmet Cemil öğrenimini herkes gibi izlemişti. Önce ilk mektebe gider gelirdi. Ama bu zamana ilişkin anıları o kadar belirsizdir ki nasıl okumaya başladığını, bu mektepte ne yaptığını pek karışık bir biçimde aklına getirebilir:

      Yalnız büyük bir oda, o odanın içinde sıra sıra kürsüler, ta karşıki duvarda iki büyük kara tahta, gene karşıki köşede yüksekçe bir minder üstünde beyaz sarıklı muallim…

      Oh! Bu muallim ne güzel bir adamdı, seyrek sakallı, oldukça genç, temiz… Hele mavi bir cübbesi vardı ki kendisine pek yakışırdı. Ahmet Cemil bu ayrıntıları hafızasında pek iyi tutmuştur. Unutamayacağı şeylerden biri de mektep arkadaşlarının arasında biri, belki de gene mektebe gelip giden bir büyük adamın oğlunun bir hizmetlisi vardı ki başlıca Ahmet Cemil’e musallat olmuştu. Kaç kezler onu ağlatmış, hoca efendiye başvurmak zorunda bırakmıştı. Üstelik bir kez -bilmem, bir tokat meselesinden dolayı olmalı- babası bile mektebe gelerek hoca efendiyle oldukça şiddetle bir konuşmada bulunmuştu.

      O gün… Ahmet Cemil’in bir şeyden haberi yoktu; sabahleyin her zaman olduğu gibi mektebe gelmiş, yerine oturmuştu. Dersler daha başlamamıştı. Çocuklar hep kürsülerin üstünde sallana sallana, yarı sesle derslerini yineliyorlardı. Odanın içinde bir uğultu vardı. Birdenbire bu uğultu durdu; derin bir sessizlik…

      Ahmet Cemil başını kaldırdı; herkes bir yere bakıyordu. Bir de ne görsün? Babası… Ahmet Cemil şaşırdı, yanaklarından ateş çıktı, bunaldı. Neden? Babası neden gelmiş olacak? Şimdi hoca efendi ayağa kalkmış, onu karşılamış, oturmuşlar, görüşmeye başlamışlardı. O vakit bütün suskun ve şaşkın duran öğrenciler, şu küçücük halk da hocanın bu uğraşımından faydalanarak yerini değiştirmeksizin harekete başladı.

      Komşu СКАЧАТЬ