Название: Helete Bizim Memleket
Автор: Ekrem Barak Arıkoğlu
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6853-12-6
isbn:
Sonraki hayatımda aslında ardıcın Türk kültürünün en önemli ağaçlarından biri olduğunu öğrendim. Sibirya’da “artış” deniyordu. Her evde mutlaka kurutulmuş ardıç dalları vardı. Ve bu dallar kötü ruhları kovmak için yakılıyor, insan kötülüklerden ardıç dumanıyla uzaklaştırılıyordu. Aynı şey Kırgızistan’da da çok yaygındı. Tütsüyle kötülükleri kovma işinin insanoğlunun en eski inançlarından olduğunu böylece öğrendim. Sibirya’da da benim doğup büyüdüğüm kasabada da ardıç ağacı kesilmesi hoş görülmüyordu. Çünkü bir ardıç ağacının büyümesi çok uzun yıllar alıyordu. Yetişmesi ardıç kuşunun (bizim köyde “cırrık” denir) yiyip dışkılamasından sonra tohumların yeşermesiyle ancak mümkün olabiliyordu. Ardıcın düzgün uzunca yetişen gencine “doruk”, bu doruğun kesilip çit, çadır, hayma direği için kullanılanına “gakma” denirdi. Sibirya’da kam (şaman) ağaçlar, Türkiye’de dede ağaçlar, ziyaret ağaçları, çaput bağlanarak dilek dilenen ağaçlar bizim en eski kültürel geleneklerimizdendi ve ana ağaç ardıçtı. Ardıç ağacının gölgesi serindir, ne üşütür ne de çok sıcaktır, dinlenme iyi bir uyku için idealdir. Yine ardıçların dibinde pekmez otu dediğimiz çayı yapılan bir bitki de yetişir. Aynı şekilde bizim kasabada “dilik” dediğimiz başka yerlerde “tirşik” adı verilen bir bitki de ardıç ağaçları altında yetişir. Çorbası çok şifalıdır, idrar söktürür. “Dilik vurmak” tabiri bu bitkinin çorbasını yapmak anlamında kullanılır.
Çocukken kışın hayvanlar ya yaylada kömde veya evlerin altındaki sııllık (sığırlık) da besleniyordu. Şimdiki gibi hazır yem olmadığından hayvanların iki temel yiyeceği vardı. Keven ve ardıç dalı. Ardıcın üzerindeki sarı çiçeklere “çekem” denirdi ve çok besleyici olduğu söylenirdi. Asıl işimize yarayan hayvanlara dalları yedirilen ardıçların çalıları idi. Kışın soğuğunda sokakta çocuklar ateş yakar hikâyeler anlatır dinlerdik. İşte bu ateş başı sohbetlerinin olması için yakacak “kirç”e (çalı-çırpı) ihtiyaç vardı. İkincisi de çocukken biz sıkça kazık oynardık. Kazık dalları yenmiş ardıç çalısından düzülür, her birimiz balta, nacakla beşer onar kazık düzer, küllükte, zibil üstünde, çamur yerlerde kazık oynardık. Eve gelince dayak yemeyi göze alarak tabi. Dalların ucundaki “tüdelekler” (yuvarlak tohumlar) misketimiz, bazen de “enek”imiz (yenilince kazanana verilen şey) olurdu.
Ardıç çırpısı ateşi tutuşturmak için kullanılır, çabucak yandığı için iyi bir ısınma aracı değildir. Atalarımızın mezarlarının başucunda ve ayakucunda belki yüz yıl öncesinden dikilmiş mezar ağaçları çürümeden bugüne kadar gelmiştir. Yine mezarın içine cenaze toprakla temas edilmesin diye ardıç ağacından biçilmiş tahtalar çaprazlama konur. Evlerde kullanılan ardıç mertekleri elli yıl sonra bile dünkü gibi sapasağlam durur. Çok uzun yıllarda yetişmesi, tahta olarak çok dayanıklı olması sebebiyle kıymetlidir ardıç ağacı. Bana sorarsanız yaylada hafif esen bahar rüzgârıyla gelen ardıç kokusu şifalıdır. Ali Akbaş ağabeye “sizin şiirleriniz bana niçin bu kadar içli geliyor?” diye sorduğumda “aynı pınardan su içtiğimizden, aynı yaylayı yaylayıp, havasını soluduğumuzdan” demişti. İşte Ali Akbaş ağabeyin o güzel şiirlerinden biri Ardıcın Türküsü:
Torosların tepesinde
Tel duvaklı bir ardıcım
Yemenimi yele verdim
Buluta karışır saçım
Torosların tepesinde
Üç budaklı bir ardıcım
İmrenirim uçan kuşa
Maviliği sevmek suçum
Torosların tepesinde
Yeni yetme bir ardıcım
Ben yanarsam orman yanar
Çamlıbele sığmaz acım
Torosların tepesinde
Eli bağlı bir ardıcım
Tepemden Turnalar geçer
Katılmaya yetmez gücüm
Torosların tepesinde
Dalı kırık bir ardıcım
Gönülsüz kızlar gibiyim
Beni kınamayın bacım.
HÖLLÜK
Eledim eledim höllük eledim
Aynalı beşikte canan bebek beledim
Büyüttüm besledim asker eyledim
Gitti de gelmedi canan buna ne çare
Bir güzel simadır aklımı alan
Aşkın ateşini (sevdasını) canan serime salan
Bizi kınamasın ehl-i dil olan
Yandı ciğerim canan buna ne çare
Bizi kınamasın ehl-i dil olan
Gitti de gelmedi canan buna ne çare
Aysun Gültekin veya Muzaffer Akgün’den dinlemeniz gereken bu türkünün sözlerinde geçen “höllük” kelimesini yeni nesillerimiz bilmiyorlar. Pek çok şey gibi höllük de teknolojinin gelişimi, kültür değişmesiyle birlikte tarihin sarı yaprakları arasındaki yerini aldı. Buna benzer binlerce kelimemiz türküler var olduğu sürece yaşayacak.
Daha 30-40 yıl öncesine kadar doğan çocuklar beşiğe belenirdi. Beşiğe sıkıca kundaklanmadan önce kundak bezinin bebeğin poposuna gelecek kısmına ıslandığında çamurlaşmayan boz renkli topraktan konurdu. İşte bu boz toprağa “höllük” denirdi. Bebeğin altına höllük konunca bebek ihtiyacını giderdiğinde altındaki bezi kirletmiyor, kirlenen höllük helgin ile alınarak atılıyordu. “Helgin” ucu yassı uzunca sapı olan ve höllüğü ısıtmaya yarayan demir bir araçtı. Ocakta hafifçe ısıtılır, sonra höllük bu sıcak helginle karıştırılırdı. Böylece belenecek bebeğin altında kalan höllük ısıtılmış ve bebeğin soğuk toprakta üşümesi önlenmiş olurdu. Höllük her yerde bulunmazdı. Bulunduğu yere “höllüklük” denirdi. Özel olarak bulunduğu yerlerden elenip çuvala doldurularak getirilirdi. “Eledim eledim höllük eledim” sözlerinden kastedilen budur.
“Höllük” Türk lehçelerinin çoğunda yaşayan “öl” (ıslak, nemli) kelimesinden türetilmiştir. Kelimenin başına “h” getirilmiş ve sonuna da –lük eklenmiştir ki asıl anlamı “ıslaklık, ıslaklık için” demektir.
Elbette eskiden bebekler beşiklere çok sıkı bir şekilde kundaklanıyordu. Günümüzde kundaklamanın bebeğin uyuması için gerekli olduğu fakat kalça çıkığı riskini artırdığı için vücudun alt bölümünün çok sıkı yapılmaması öğütleniyor. Bir de devamlı sırt üstü kundaklandığından kafalarımız yana doğru yassı olurdu. Bebeğin karın üstü yatırılmasının da boğulma riski olduğundan sırt üstü yatırmanın daha uygun olduğu düşünülüyor.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте СКАЧАТЬ