Sonra birileri anneannesi yere düşürdü ve kalabalık ağır ağır yürüyerek anneannesini çiğnedi.
…Tabutun içinde doğrularak onunla beraber kalabalığın başı üzerinde götürdüğü babasının büyük yüzünü izledi. Babası ağır ağır soluyordu, çehresinin derisi kalkıp indikçe alnının kırışları açılıp kapandıkça zor duyulan müzik sesi etrafa yayılı yordu. Babasının kırışları çok eskiden duyduğu bir şarkıyı söylüyordu ve söyledikçe babasının kapalı gözlerinin kenarıyla yaş akıyordu. Akıp kulaklarını ıslatarak içeri dökülüyordu.
Dizleri üzerinde sürünerek babasının tabutuna girdi, ağzını babasının kulağına yaklaştırarak:
“Uuuuuuuuu!”, diye bağırdı.
Sesi babasının kulağının içinde yankılandı. Birileri kulağın ta derinliklerinden ona:
“Uhu uhu uhu!”, diye karşılık vererek sustu.
Bir süre gözlerini genişçe açarak içeriyi seyrettiyse de, hiçbir şey göremedi. Karanlığın bitişinde öyle bir rüzgar esiyordu ki. Esiyordu ve de estikçe sanki bir kapı durmadan açılıp kapanıyordu.
İlk önce ayağıyla, sonra tüm vücuduyla kulağın içine girdi. Gözleri karanlığa alışıncayadek bekledi. Gözü karanlığa alıştıktan sonra durduğu yerden doğrularak eğri merdivenlerle karanlığın içine götüren kapıların açılıp kapandığı yöne doğru gitti.
Kulağın içi yumuşaktı diye çok rahat yürüyordu, yol biraz sonra doğrularak yukarıya doğru yuvarlak merdivenlerle kalkıyordu. Merdivenler kaygan olduğu için çıkmakta bir hayli zorlandı.
Eski, solmuş kapı rüzgar estikçe durmadan açılıp kapanıyordu. İçeri girerek durdu.
Genç dedesi, büyük dedesi, babasının genç annesi elleri dizlerinin üzerinde yukarı tarafta oturarak durmadan onu seyrediyorlardı. Babası çocukluk resimlerindeki çehresiyle, yana taranmış kahverenkli saçlarıyla dedesinin kucağında oturmuştu. Onların başı üzerinden bir resim asılmıştı. Resimdekiler şu an burada oturanların aynısıydı. Resimde de aynen böyle özen le oturmuşlardı. Babası orada da aynı pardösüdeydi. Onu gördü ve hemen dedesinin kucağından inerek yanına kadar geldi, bir süre aşağıdan yukarıya onu seyretti. Sonra yere oturarak eski çizmelerini binbir zorlukla ayağından çıkardı, çizmeleri teker teker onun ayağına giydirdi, ipleri iyice gerdi, sonra emekleye rek dedesinin kucağına geri döndü.
Sonra büyük dedesi onu yanına çağırdı ve beraberce resim çektirdiler.
Fotografçı onların yeni resmini eski resmin altından astı ve o, içi daralarak büyükannesinin ve dedesinin arasından kendisinin değil de, bir ihtiyar koca karının onlara sırıttığını gördü.
Parmağını resmin üzerine koyarak ihtiyar koca karıyı göstererek:
“Bu ben miyim yani?”, diye sordu.
Fotografçı öfkeyle:
“Kim olacak? Tabii ki, sensin”, diye yanıt verdi.
Sonra babası yine inleyerek dedesinin kucağından inerek onun yanına kadar geldi, elinden çekiştirerek demin geldiği eğri, kaygan merdivenlerle, yollarla tekrar ışık gelen yöne getirdi. Çıkışa ulaştıklarında ani bir duraksama oldu. Babası küçük ellerini uzatarak yollarda dizilen, siyah, büyük yılan misali kıvrılmış kalabalığı gösterdi ve sonra gözlerini ovarak, küçük bebek gibi ağlamaya başladı. Babasını avutmaya çalışsa da, babası susmadı.
…Sonunda babasını kucağına götürdü, kendini kalabalığın içine atarak kalabalığı yararak koşmaya başladı.
Koştukça etraf zifiri karanlığın esiri oldu, güneş battı, rüzgarlar esti, yağmurlar yağdı, kalabalığın sonu gözükmedi. Koş tukça siyah giysili adamların sert elbiseleri canını acıttı, yalın ayakları sert çizmelerin altında çiğnendi. Sonra yine etrafta baykuş uludu. Duraksadı ve etrafı kolaçan etti.
Her taraf sımsıkı ağaçlarla kaplıydı. Büyük ağaçlar, rüzgar estikçe birbirine çarpıyordu, siyah yapraklarını estirerek baykuş sesiyle uluyorlardı.
Babasını yine bir yerlerde elinden düşürerek kaybetmişti.
Korkudan kalbi duracakmış gibi olduğunda kendi kocaman palamut ağacının altına attı, yüzünü palamutun kuru gövdesine sürerek ağlayıp birilerine:
“Korkuyorum”, dedi, sonra kulağını palamutun gövdesine sıkarak kalbi titreyerek içeriyi dinledi.
Palamutun içinden tık yoktu. Ara sıra derinliklerinde sanki bir şeyler kırılıyordu.
Kafasını kaldırarak palamutun dallarını seyretti.
Palamut kuruyalı çok olmuştu. Yapraksız dalları cansız odun gibi kuruyarak eğilmişti. Dalların arasından semanın bir bölümü ve bir de yarısından bile az kalmış eğri hilal gözüküyordu. Bir de semanın ta derinliklerinden insan sesleri duyuluyordu.
Semalarda insanlar vardı. İnsanlar gürültü yaparak konuşuyor, durmadan birilerine bir şeyler anlatıyorlardı. Hepsi de öfkeliydi, sanki söylenerek gürültüyle aşağıya iniyor ve ona doğru yürüyorlardı.
Onlar gürültü yaptıkça sema da ağırlaşarak basamak basamak aşağı iniyordu, sanki inipte gökdelen gibi kocaman ağaçların üzerine çökecekti.
Palamutun kuru kabuğunu kertenkele gibi kaşıyarak gövdesine tırmandı, kendini gövdenin tam ortasında bulunan karanlık oluğa atarak soluğunu tuttu, etrafı dinledi.
Oluğun içi soğuktu, mantar kokuyordu. Sonra oluğun içinden ses duyuldu, birisi ateş yakarak yuvarlak gözleriyle bir süre onu seyretti, sonra ateşle sandalyenin üzerinde bulunan mumu yaktı.
Ufakboylu, kırsaçlı, zayıf ve küçük bir adamdı. Sık sık dişsiz ağzının üzerine inmiş burnundan soluyarak dikkatlice onu izliyordu. Sanki, bu küçük adamın gözlerinde hayretten ve kor kudan başka bir şey de vardı. Onunla karşı karşıya oturarak, sakin bir sesle:
“Seni de mi gördüler?”, diye sordu.
“Kim görecekti ki?”
Küçük adam kibrit çöpüne benzeyen parmağını yukarıya kaldırdı:
“Onlar.”
Korkudan tüm vücudu titriyerek:
“Evet, gördüler.”,dedi.
“Korkma, buraya gelemezler.”
Sonra nasıl olduysa küçük adamın gözlerindeki hayret çözüldü kendiliğinden:
“Aç mısın?”
“Evet.”
Adam kalkıp küçücük ayaklarıyla oluğun içinde sessizce dolaştı bir süre, aşağıda, köşede bir СКАЧАТЬ