Название: Batı Trakya'da Türk Edebiyatı'na Gönül Verenler
Автор: Анонимный автор
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6494-28-2
isbn:
Gündüz Nene, kendi memleketinin buraya ne kadar uzak olduğunu öğrenmişti. Şimdi para toplayacak; bir gün, hiç kimsenin haberi olmadan şimendifere, ondan sonra vapura binecek, anasının, babasının kanlar içinde çırpındıkları o kulübenin kenarında, kendi kendisine ağlayacak, ağlayacak, ağlayacak… Sonra, tâlinin bu acayip cilvesinin mükâfatını Allah’tan isteyecekti…
Zavallı kadın; bu emeli müzehhep hülyalarının fiile gelebilmesi için kim bilir ne kadar çalışmıştı? Kahvehanelerde, camilerin kapıları önünde, beylerin, paşaların konaklarında kim bilir ne kadar dilencilik etmişti?
Artık zayıflamıştı. Memleketin bütün küçük çocuklarını bilir, sever, şakalaşırdı. Onların cıvıltılarından, onların her türlü hareketinden en ziyade anlayan o idi…
Bir küçük çocuk onun gözlerinin önüne, o karanlık gecenin tüyler ürperten faciasını getirdi.
Gündüz Nene’nin yüzünü görmeyeli beş sene oluyor. Bugün memleketimden aldığım bir mektup, bu ihtiyar zenci kadının vefat ettiğini bildiriyor ve:
–“Azizim”, diyor.”Gündüz Nene iki gün evvel öldü. Hem de sokaktaki çamurlu taşlar üstünde… Üzerinde bulunan kemerde 87 adet altın, birkaç frank bulundu.”
Gözlerimden yuvarlanan iki damla yaş ile, ağzımdan gayri ihtiyari şu cümleler fırlamıştı: Zavallı Gündüz Nene… Acaba, o kıymetli emelin, erbâb-ı sahibesi, feri uçmuş gözlerini kâinata ne gibi hissiyatın tesiriyle kapamıştı. Ölümün kucağına atılıncaya kadar, yeis-i galibane pençeleşen bu zenci kadını, bu insaniyetin, medeniyetin düşüncelerine hicap fırtınaları salıyorken gölgesi, ne kadar hürmet edilecek bir seciyeye malikdi…
meşbu: dolu-doymuş
mâli: çok, fazla dolu
tâli: (metinde) talih, kısmet, baht
yeisengaz (ye’s): ümitsizlik, ümit kesme
nagehani: ansızın, birden bire
müzehep (müzehhep): yaldızlanmış, altın suyuna batırılmış
(Not:“Gündüz Nene” adlı hikayenin “üst başlığı”nda 12 Mayıs 1926 tarihinde Kitira Adası’nda yazıldığı kaydı yer almaktadır.)
Kışın şiddetli bir zamanı idi.Sonbahardan bugüne gelinceye kadar bazen mutedil, bazen soğuk ve rutubetli günler ve geceler memlekette pek bol olan dilencileri, sefil ve hasta çocukları, fakir ve alil ihtiyarları sık ve meşum bir elekten elemiş, sıcak çayhanelerin, pek mülâyim salonların iştihaver kokularla meşbu lokantaların müziç sadakacıları, kudurmuş bir rüzgârın önüne katılarak nihayet bulmaz hedeflerin meçhul derinliklerine sürülen hazan yaprakları gibi mahvolup gitmişlerdi.
Kasabanın bekçileri, tenha yollardan mektebe giden çocuklar, her gün birer ikişer fakir cenazesi haber verirler, açlıkla soğuğun acı kamçıları altında inleye inleye mahvolan bu zavallıların kadit haline getirmiş kuru cesetlerini sürüklemeye çalışıyorlardı. Kış bu sene pek merhametsizdi. Soğuk bir şimal rüzgârı bu zengin kasabanın dar sokaklarında Kanun-u evvelin hırçın kraliçeleri gibi saltanat sürüyor, tiz ışıklar, acı iniltilerle insanın kalbine derin bir korku ilka ediyordu. Bir Cuma sabahı idi. Hafif bir güneş, soluk ve sönük şuası ile kâinata hercai bir kadın tebessümü göndererek bulutların arasına girmeye çalışıyordu. Memleketin bütün keyif ehli kimseleri, sıcak çayhaneler, geniş ve ılık salonlarda soğuğun şiddetinin bir iki bardak çay ile yarım saatlik asude bir zamanının teselliaver tesirlerine gömmek ile meşgul idiler. Oturduğum gazino, memleketin en zengin tabakasına mensup şahsiyetlerinin aramgâhı idi. Soba, dışarıdaki sabah ayazının dondurucu iğnelerine meydan okur gibi dolu ve gürültülü idi. Herkes bu geceki hararetin dehşetli sükûtundan bahsediyor, odun kömür bahsi sıcak çay kadehlerinin tesiriyle, hararetlendikçe hararetleniyordu. Bir aralık mevzu dilencilere, sokaklarda donanlara intikal etti. Bu bahis başlar başlamaz, kahvehanenin sahibi kendisine mahsus koltuğunun üzerinde doğruldu. Elindeki kehribar tesbihi yarım çay kadehinin kırmızı çizgili tabağına bıraktı ve bir “hele şükür”le başlayarak kışın şiddetini, Cenab-ı Hak’ın dilenciler üzerine bir gazabı olmak üzere tefsir ve Arzu-ı İlâhi’nin de bunda pek ziyade isabet ettiğini ilâve etti. Muhabbet açılmıştı. İri tüylü, kalın kürkünün altında cılız bir çocuk gibi kalan efendi: -Evet Ahmet Ağa, dedi. Bu sene dilencilerden çektiğimizi Halik elbette görmüştür. Yevmiyeler doksan frank, iş pek bol iken onların kapı kapı dolanmaları ayıp değil mi? Diğer taraftan başında silik bir fes, gözlerinde siyah çerçevelerle bağlanmış, yüzünde bir güzellik bulunan zat atıldı: -Yahu, hakikaten, kışın geldiği günden beri, hiçbir dilenciye tesadüf edemedim. Bunlara ne oldu? Kahveci: -Geberdiler be efendim, diye bağırdı. Hele şu Arnavut Ali’nin hamamının külhanında her gün ikişer üçer kişinin laşesi çıkarılıyor. Ali Ağa da aklınca bu elin nankörlerine iyilik edecek de, onlardan hayır görecek… işte bu sırada idi. Kalın bir su buharı tabakasıyla örtülmüş olan pencerelerin dış tarafında muhteriz ve titrek bir gölge belirdi. Rüzgârın acı darbelerine karşı bin müşkülat ile göğsünü muhafaza etmeye çalışan bu hayal, korkar bir vaziyette elini kapıya götürdü. Herkes de başını kapıya çevirmiş; bütün nazarlar içeriye muhterizane girmeye çalışan yırtık elbiseli zayıf şahsa tevcih edilmişti.
Bu, tahminen on sekiz yaşında bir dilenci çocuğu idi. Kendisini yazın, Belediye Hastanesi’nin kapısı önünde, baygın bir halde yatarken görmüştüm. Hastanede epey bir müddet tedaviden sonra pek zayıf olarak çıkmış, son devreyi bulmuş bir verem müptelâsı zan olacak kadar bir zatürre düşkünü idi.
Gayet hazin bir çehresi vardı. Zayıf simasının sarılıkları içinde eski bir güzelliğin perakende döküntüleri sızlıyordu. Kendisini her vakit görürdüm. Bilmem nasıl bir his, bana bu zayıf çocuğa karşı merhametten ziyade, hürmet telkin ediyordu. Bilemiyordum; hayatını bu kadar soğuk bir maşrapadan içen, gençliğinin en tatlı zamanlarını çayhanenin mütekebbir müdavimlerinden hayatı dilenmekle geçiren bu çocuk, nasıl bir içtimai facianın kurbanıydı?
Hastaneden çıktığı vakit kış henüz başlamış, işsizlik, kanatlarını meşum bir baykuş gibi fakirhanelerin üzerine germeye başlamıştı. Zaten bu çocuğun zafiyeti de iş yapmasına müsaade etmiyordu.
Yavaş yavaş hissedilecek bir korkuyla, kahvecinin sedirine kadar gitti. Pek hazin ve hıçkırıklı sesinin kahveciye:”Efendi peder” diye ettiği hitabın aksini işitiyordu. Her halde bir şey istiyordu. Bunu anlamaya vakit kalmadan kahveci gürledi:
–Haydi git, sobanın başına oturacaksan otur, dedi. Soba başına oturttuğuma dua etmiyorsun da, bir de çay istiyorsun.
Defol, diyorum! Diye bağırdı. Tembel küçük, tembel paraların beni adam mı edecek?
Müşterilere dönerek devam etti:
–Bak bir kere; parası ile değil mi imiş, bir bardak da çay istiyormuş, soğuktan donuyormuş. Arnavut Ali’nin külhanında itişerek yazı geçirmeseydin СКАЧАТЬ