Название: Eski Adam ve Diğer Öyküler
Автор: Elabbas Bağırov
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6853-22-5
isbn:
Bugün ise her şey tam aksi cereyan etmişti. Gelini, öğleden önce kıyafetlerini değiştirip evden çıkarken, kadın, yastıktan azıcık doğrulup, onu eliyle yanına çağırdı, mırıldanabilse de şöyle söyledi: “Bir balık alırsınız bana.”
Gelini, duyduğu şey karşısında şaşırır gibi oldu. Acaba bu nereden çıkmıştı! Ona hatırlatmaya çalıştı, son kez bir şey istediğini hatırlıyor muydu görmek istedi. Ne zaman olmuştu bu!
“Niye bir tane alalım,” dedi sevinerek, “Tam üç tane alırız. Yeter ki sen ye, iç, torununun düğününe kadar ayaklan. Bizi büyüksüz koyma.”
Çamderesi ormanı arkada kaldı, Ortaova’yı geçtiler, Karayalın yokuşuna gelip, şehirden çıktıklarında usul usul, saat yelkovanı gibi durmak bilmeyen cam sileceğini daha da hızlandırdı öğretmen ve “İşe bak,” dedi: “Orayı kar kaplamıştı, burayı sel götürüyor. Halbuki burayla arası toplam yirmi kilometre.”
– Yağmur; kardan daha iyi, bırak sağ salim gidip çıkalım köye, yolda insan neyle karşılaşacağını bilmiyor, hem sonra dağlara da yağar. Daha zemherisi var bunun.
Öğretmen tam “Nasıl neyle karşılaşacağın bilinmez?” diye sorduğunda, eski otobüs durağında onlara el eden adamı gördü ama araba çok hızlı olduğu için durdurmayı ya da geri gelmeyi hiç aklına getirmedi.
“Gerçekten o zavallıyı burada bırakıp gidecek misin?” Karısının söyledikleri, kınama ve acımadan çok bir test niteliğindeydi: “Kendini onun yerine koy da bak bir, gecenin bu zifiri karanlığında ne yapardın? Islanmasını geçtik, insan kurda kuşa yem olur bu yabanda.
Öğretmen, gösterdiği davranış biçimiyle kendini haklı çıkardı:
– Laf mı bu da?! Şu saatte adam yola mı çıkar?! Saat ona geliyor. Kim bilir sarhoş mu, müptezel mi nedir?..
– Tam tersi, sarhoş değil demek ki yola düşmüş. İçen, çeken biri olsaydı, sızıp kalırdı. Geri dön al onu, yazıktır, belki de evlatlarına ekmek götürüyordur!
“Allah Allah… Çattık arkadaş! Kadın olacakmışsın, böyle kafan olacakmış!” Öğretmenin bıkkın bir şekilde söylenmesinden tepesinin tasının attığı anlaşılıyordu, velhasıl ne düşündüyse, ağzının içinde bir şeyler geveleye geveleye hızını azalttı, arabayı yavaşça durdurup önce arka arka gitti. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur ve karanlık yüzünden bunu başaramayacağını, bir sürü zaman kaybedeceklerini anlayınca dönüp yarım kilometrelik yolu yeniden katetti. Bu sırada da ağzından geleni karısına söyleye söyleye… En sonunda dönüp şöyle dedi:
– Karısının sözüne kulak asan adamın suratına tükürmeli. Böylesine nasıl adam denir!
“Sevap işlemiş olacaksın,” dedi karısı, onun daha çok cinlenmesine izin vermedi: “Allah rızası için, çok sokranma! Vardır bunda da bir hayır, şu an ileride ne durumda bekliyordur şimdi bizi! Biliyor musun?”
Elinde küçük bir poşetle demir direğin dibinde büzüşmüş bekleyen yolcunun yanına vardıklarında öğretmen hala söyleniyordu: “Profesör olmuş babasının kızı!”
Yüzünden nur akan adam baştan aşağı sırılsıklamdı, tir tir titriyor, ağzını açamıyordu. Arabadakilerin yarı yoldan sırf onun için döndüklerini öğrendiğinde ise neredeyse şoförün ellerinden öpecekti. Söz icabı da olsa “Ne zahmet ettiniz!” dedi.
Şoförün “Ya niye zahmet çekeceğiz ademoğlu! Öyle ver yiyeyim, ört yatayımla iş biter mi?” demesi, onu özellikle utandırmıştı. Onun için gelen insanların sıradan insanlar olmadığını hissetti. Söze nereden nasıl gireceğini bilmiyordu, hiç olmazsa gönlündekilerin az bir kısmını söylemesi gerekirdi. Biraz sonra kasabanın merkezinden olduğu, su deposunda nöbetçi olarak çalıştığı, geceleyin nöbette olması gerektiği ama acil eve dönmek zorunda kaldığı anlaşıldı. Annesinin durumu kötü olunca, beklemesin gelsin diye telefon etmişler.
“Merak etme, biz de aynı dertten muzdaribiz. O hastalardan biri tane de bizde var,” diyen şoför, araya laf sokarak onun kafasını dağıtmaya çalıştı: “Duymadın mı, ışıldayan demir pas tutmazmış. Belki yüz yaşını da görürüz.”
Sonra tanıştılar, oradan buradan konuştular, pahalılıktan şikayetçi oldular, evlatlardan söz ettiler, sıra havaya suya geldiğinde ilçeye varmışlardı. Yol boyunca ne bir araba çıkmıştı karşılarına, ne de peşlerinden gelip onları geçen biri… Sadece aralıksız yağan yağmur, kaygan yol ve karanlık bir doğa…
“Karanlığa kaldın, güneş battı, herkes kendi evine girdi,” diyen yolcu, arabayı yolun kenarındaki münasip bir yerde durdurttu, evinin birkaç adım ötede olduğunu söyledi, arabadan indi ve indiği gibi de elini cebine attı.
“Seninki yol arkadaşlığı değilmiş ki!” diyen öğretmenin azarlaması onu nasıl ayılttıysa, ellerini tek tek cebinden çıkarıp havaya kaldırdı: “Teslim oluyorum! Bir gün borcumu öderim. Şimdi benim evde hastam, sizin de gidecek uzun bir yolunuz var, yoksa sizin gibi insanları memnuniyetle misafir ederdim,” dedi. Onlara iyi yolculuklar diledi ve acele ettiği için özür dileyerek hızlı adımlarla öyle uzaklaştı ki öğretmenin, arkasından duyulan sesi onu ancak köşe başında durdurabildi:
– Kardeş! İsmin de aklımdan çıktı, poşetin kaldı, poşetin!
Hala yağan yağmurun altında, görünüşüyle gülyabaniyi anımsatan yolcu arkasına baktı:
“Buraya kadar benimdi, bundan sonra sizindir!” dedi ve karanlıkta gözden kayboldu.
Öğretmen, tam üstünü değişmiş, sabah aldığı gazeteleri güzelce karşısına yığmıştı ki karısının mutfaktan gelen telaşlı sesini duydu: “Habip, çabuk gel!” Bir şey olduğunu anladı, nihayet karısı her şeye heyecanlanan birisi değildi… Kadın konuşa konuşa mutfaktan geliyor, o ise söylene söylene odadan mutfağa yürüyordu. Koridorda karşılaştılar ve adamı bağırmaktan neyin alıkoyduğunu kendisi de anlamadı. Sağa ve sola açtığı iki elinde baş aşağı sarkmış iki tane balıkla sırıtan karısının karşısında dona kalmıştı…
SOKAK
Aslında onu her gün apartmanın önünde görüyordu. Kadınsa utancından başını bile kaldıramıyordu. Şimdi altıncı katta, tam kapının ağzında onunla karşı karşıya gelmişti. Her zamanki gibi mahzun görünmekteydi. O, başını eğerek eşiklikte duran ev yapımı yiyeceklerine baktığı an, kadın bunları satmak için getirdiğini anlatmaya başladı:
– Bilirsiniz… СКАЧАТЬ