Altın Sincap. Анонимный автор
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Altın Sincap - Анонимный автор страница 7

Название: Altın Sincap

Автор: Анонимный автор

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6852-22-8

isbn:

СКАЧАТЬ pencere kenarındaki sacın ucuna koyup içeri girdim.

      Güvercin soğukkanlı, hiç telâş etmiyordu. Balkonun kapısını kapatmamı, pencereden biraz uzaklaşmamı bekledi. Benim bir tuzak kurmadığımdan emin olduktan sonra, kanatlarını çırpıp ekmek ufaklarının yanına geldi. Bir kez daha sağına soluna bakındıktan sonra onları yemeye başladı. Bu sefer sac, ayak seslerinden değil gagasının tak tak vurmasından tangırdıyordu. Bu arada yer yer pencereye bakmayı da ihmal etmiyordu. Kanatlarına çeki düzen verdiği sırada, boynunu eğerek, başını sallaya sallaya sanki bana teşekkürde bulunuyordu. Ekmek ufaklarının bir tekini bile bırakmayıp yedikten sonra, tekrar havalanıp balkonun köşesine kondu. Fakat bu defa en uzak köşesine değil, daha yakınına. Ben bunu, bana güvenmesi olarak yorumladım. Hem tekrar balkona çıkmama müsade etmesi şeklinde anladım. Kendimi büsbütün güvercinin iradesine teslim etmiş olmalıyım ki, onun beklediği gibi yaptım; pencere kenarına tekrar ekmek ufaklarını bırakıp girdim.

      Güvercin yeniden pencere kenarına konup, ekmeği yemeğe koyuldu. Yeme işini bitirdikte sonra karnı doydu herhade. Fakat bu sefer oradan gitmekte acele etmedi. Başını yavaşça kaldırıp, pencerenin arkasına şöyle bir göz gezdirdi ve kanadının kenarındaki tüyleri yoklar gibi boynunu uzatıp gagasını temizlemeye başladı. Acele etmedi, telâşa kapılmadı. O bu işi kendine göre bir zevkle, özel bir titizlikle yaptı. Bu iş de tamam dercesine şöyle bir silkelendi ve başını tekrar bir tarafa eğip, pencereye bakmaya durdu. Boynunun etrafındaki tüyleri kabartıp hıçkırık tutmuş insan gibi, tuhaf hareketler yapmaya başladı.

      Yaptığı son hareketlerden, kendimce bir sonuç çıkarıp hemen mutfağa gittim ve fincana su doldurup geldim. Sakına sakına balkona yöneldim. Bir yandan kapıyı açıyorum, öbür yandansa tereddütteyim; belki yanılıyorumdur. Suya ihtiyacı hiç yoktur belki. Bak işte dünkü yağmur suları öyle duruyor, ne kadar su birikintisi var etrafta… Senin klorlu suyuna mı kaldı o? Balkona çıkan da ben, tereddüt geçiren de. Güvercinin karnı doydu. Onun hiç bir şey istediği yok. Kanatlarını çırpıp uçar gider gibi geliyordu bana. Değil kuş, insanlardan da öyleleri az değil ki. İşi düştü mü, peşini bırakmaz. İşi hallolduktan sonra da ne arar ne de sorar. Güvercinse sadece bir kuş. Hiç düşünmez uçar gider tabii.

      Fakat bu kuş beni bir kez daha hayrete düşürdü. Balkona adım atmıştım ki, gelip omuzbaşıma konmasın mı? Ne yapacağımı şaşırdım. Güvercin omuzumda. Gagasında guglama sesi, tatlı bir melodi sanki.

      Bu durum daha ne kadar uzar giderdi bilemiyorum. Bu defasında da yine kendisi kurtardı beni. Güvenimi boşa çıkarmadın, sınavı başarıyla geçtin der gibi kulağımın hemen dibinde kanatlarını çırparak fincan tutan elime kondu. O sırada son bir defa, yanılmıyor muyum dercesine gözlerini bana diktikten sonra, beyaza çalan, hafif eğik gagasını elimdeki su dolu fincana daldırdı. Kendinden geçip kana kana içti. Meğer benim bu zamana kadar bir kuşun bu şekilde su içtiğini gördüğüm hiç olmamış. Çok yakından, bu kadar canlı, özgür bir kuşu da ilk defa görüyordumu. Kafesteki kuşlar başka, onlardan bahsetmiyorum. Kafesteki bir kuşun gözleri cam gibi donuk, acı ve hüzünle sarılmış oluyor. Bu kuşsa özgür. Sekizinci katın balkonunda, açık alanda. Bu yüzden onun gözlerinde ne korkudan ne ürkmeden bir eser vardı. Öbür elimi uzatıp kanatlarının ucuna dokunmaktan, bembeyaz kanatlarını, boz kahverengi gerdanını okşamaktan kendimi alabilmem, bu zevkten kendimi mahrum etmem hiç düşünülebilir mi?

      Ertesi gün, tam bu vakitlerde gerdanlıklı beyaz güvercin pencereme tekrar kondu. Böylece ben, hiç hesapta yokken kendime bir güvenilir dost daha edindim.

      Belki anlattığım bu olaya burada nokta da koyabilirdim. Fakat beyaz güvercin hafıza dağarcığımda unutulmaya yüz tutmuş, diğer bir olayı hatırlattı bana. Bundan yaklaşık üç yıl önceydi. Yeni bir daireye taşınmıştık. Büyük şehrin başka bir semtine alışmakta, ısınmakta zorluk çektiğimiz günlerdi. Yaz mevsiminin güze kayan bir dönemiydi. Her sabah kalkıp güne zinde başlamak için yanı başımızda bulunan havalimanı civarına çıkıp biraz koşu yapıyordum. Buradaki ıssız patikalarda koşan sadece ben değildim. Fakat hiç birini tanımıyordum. Ne onlar beni ne de ben onları… Ne durup tokalaşan, ne baş selamı veren vardı. Her zaman tek başıma koşuyordum.

      Bir gün beni hayrete düşüren bir olay yaşadım. Güzel güzel koşmama devam ederken, önüme, ayağımın ucuna kuru bir balçık parçası düştü. Düştü ve küçük parçacıklara ayrılıp dağıldı. İrkildim ve duruverdim. En ilginci, ne önümde ne arkamda kimsecikler vardı. Kim, neden yapmış olabilir, diye durup bir müddet etrafıma bakındım. Olan bitenden hiç bir şey anlamadım ve koşuma kaldığım yerden devam ettim.

      Bu kadarla kalsa neyse… Ertesi gün, neredeyse aynı yerde, aynı dakikada, en fazla bir metre yakınıma aynı şekilde kuru balçık düşmesin mi? Bu defasında da etrafta kimsecikler gözükmüyordu. Kendi kendime: “Yok, hayır her gün her gün böyle olursa işimiz var bizim. Bu bilmeceyi çözeceğim ben. Benimle alay eden bu kişiyi bulacağım dedim mi, bulurum.” dedim kendi kendime. Patikanın on on beş metre uzağında, bir kaç kök çalılık var. Doğruca oraya gittim. İçimden: “Herhâlde eski bir dost şaka yapıyor bana.” diye düşünüyorum. Fakat ne kadar aradıysam da çalılığın arkasında değil insan, bir tane serçe bile bulmadım. Hiç kimsecikler yok. Yer yarıldı da içine girdi sanki, ses seda yok. İçime bir kuşku düştü. Kaçacak, saklanacak hiç bir yer yok ki. Bu durum beni iyice tedirgin etti. O gün, ne koşmaktan ne de çalışmaktan bir zevk aldım.

      Sabahın ilk ışıklarının şebnemlerde yıkandığı bir günde yine o patikada koşmaya gittim. Acele etmiyordum. Her zamanki gibi aynı tempoda koşuyorum. Fakat sakin olmaya ne kadar gayret etsem de, o noktaya yaklaştıkça, tedirginliğim artıyordu. Bu sefer de şaka yapmaya cesaret ederler mi, kuru balçığı tekrar atarlar mı, diyorum. Sürekli etrafıma bakınıyorum. Sezdirmeden dönüp arkama bakıyorum yer yer. Hiç beklemediği bir anda, fark ettirmeden görmek, kaçıp saklandığı yeri öğrenmek istiyordum şu muzip şakacının. İki gün üstüste balçık atılan o esrarengiz ve iyice ürkütücü olmaya başlayan noktaya gelince, elimde olmayarak durakladığımı da farketmemi-şim. Önüme, arkama bakıyorum, sağı solu kolluyorum. “Hadi atsanıza. Ama bu son atışınız olacak bugün.” diyorum içimden. Çünkü bu böyle devam edemez. Ben saklambaç oynamaya çıkmıyorum. Keyfimden de yapmıyorum bu koşuyu. Uzun iş günü öncesi vücudun uyuşukluğunu atması, zinde olması için koşuyorum. Oyun oynamanın sırası mı? Tam da bulmuşlar eğlenecek adamı…

      Tam orada bulunduğum esnada her tarafı kollayıp, bir sağa bir sola hızlı hızlı bakınırken şu meşhur balçık düşmesin mi yine? Patikaya değil, çimenlere de değil, tam tepeme düştü bu sefer… Kim? Nasıl? Nereden? gibi sorular doğana kadar cevabı kendiliğinde bulundu. Ben buradayım dercesine keskin gaklamasıyla tek başına bir karga uçmaktaydı havada. Ardına dönüp bakmadan uçup gitti. Ta ilerideki gevrek söğüde yaklaşınca kanatlarını çırpmayı bıraktı ve bir kez daha “gaak” diyerek ağacın tepesine iniş yaptı. Kardeşleri onu gürültü şamata ile karşıladılar.

      Başıma düşen balçık parçası, patikada koştuğum o ilk sabahı yeniden hatırlattı: Patikanın çevresini kara bir bulut gibi kargalar sarmıştı. Üzerlerine yürümekten çekinip, ormanda konacak yer mi bitti, bula bula patikayı mı buldunuz dercesine, o an elime ilk geçen şeyi, taş mı artık, kuru balçık mı fırlatmıştım bunlara. Değip değmediğini bilmiyorum, ortalığı birbirine katıp havalanmışlar ve tam işte bu gevrek söğüde konmuşlardı. Ben koşmama devam etmiş, kargaları unutmuş gitmiştim.

      Gördün СКАЧАТЬ