Название: Araf'ta Uyanış
Автор: Gülnur Kaya Akıncı
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6853-44-7
isbn:
Sekiz evlat sahibi olan annem, “Ben bakarım kıymayın torunuma!” diye çok yalvardı ama boşuna. Babam tek başına çalışıyor, benden küçük altı kardeşime bakıyordu. Bir de bizim kiramız, geçimimiz eklenirse bu yükün altından kalkamazdı.
Birkaç ay önce, eşimin babasından gelen iş teklifini geri çevirmiş, Türkiye’ye dönmeyi kabul etmemiştik. Şimdi “Bebeğimiz olacak, ocağına düştük!” demeye yüzümüz yoktu. Ayrıca beni gelini olarak görmeyen kayınvalidem, boşanmamızı bekliyordu. Bebek doğarsa, bana daha fazla düşman olacaktı. Dönemezdik.
Artık işsizdim, devletten sosyal yardım talep etmem yasaktı. Çalışamadığı için zor günler geçiren eşim “Bebeğimizi doğur, ülkemize dönelim.” de diyemiyordu. Allah korkusu içinde kıvranıyor, kimselere derdimi söyleyemiyordum.
Doğrunun ne olduğunu bilemeden, içinde bulunduğum şartların ağırlığı altında ezile ezile gittim, hamileliğimi sonlandırdım.
Eşimle ben, günlerce birbirimizin yüzüne bakamadık. Yaşadığım travma beni fazlasıyla etkilemişti.
Yıllar sonra eşimin çalışma müsaadesi ve devamlı bir işi oldu. Artık evlat sahibi olmamızı şartlar ve yasalar engelleyemezdi. Biz, aylardır bu büyük güne hazırlanmıştık.
Kardeşimle sabah erkenden gittiğimiz hastanede, oğlum, yeni günün ilk dakikasında maviş bakan gözlerini bu dünyaya açtı.
İşyerinden izin alıp gelen ve saatlerce başımda bekleyen, sancılarımı hafifletemediği için gözyaşı döken eşimin, oğlumuzu gördüğü ilk an tepkisi müthişti. Ağlamıyor gülüyordu. Sanki yerde değil, uçuyordu. “Aman Allah’ım, bebeğimiz benim yüzümle doğdu, benim yüzümle doğdu!” diyordu.
Gerçekti. Oğlumuz babasının yüzüyle doğmuştu.
Tüm acılar, korkular, sıkıntılar artık çok uzaklardaydı. Tanrım bize dünya güzeli, sağlıklı bir evlat vermişti. Bu defa gözlerimizdeki yaşlar: sevinçten, mutluluktan, şükürdendi…
AİLE BAĞLARI
Almanya’da okulların yaz tatiline girdiği sıcak ağustos ayının ortalarındaydık. Annem iki küçük kardeşimle birlikte hasta anneannemi görmeye Türkiye’ye gitmişti. Babam çalışıyordu. Günlük işlerimizi bitirmiş evimizin önünde diğer dört kardeşimle vakit geçiriyorduk.
Bir araba geldi, sokak kenarına park etti. İçinden, daha önce görmediğim orta yaşlarda bir kadınla bir erkek inerek yanımıza geldiler. Karı koca olmalıydılar.
“Sen Tomris’sin, değil mi?” dedi kadın bana.
“Evet.” dedim.
“Annen evde mi?”
“Hayır, annem Türkiye’de.”
“Baban?”
“Babam işe gitti, çalışıyor.”
“Olsun, o zaman önce seninle konuşalım. Sen bizi tanımazsın ama biz anneni ve babanı iyi tanırız. Seni de öyle. Yakın bir aile dostumuzun kardeşi turist olarak buraya geldi, evlenip kalmak için temiz bir aile kızı arıyor. Aklımıza sen geldin kızım. Ne dersin?”
“Ben meslek okuluna devam ediyorum. O yüzden evlenmeyi düşünmüyorum.” dedim.
“İstersen babanla bir konuş, müsaade ederse sizi tanıştıralım. Oğlumuz İstanbullu, aydın ve modern bir ailenin çocuğu. Okuluna devam edersin, sana engel olmaz, hatta yardımcı olurlar. Belki senin de aklına yatar ve genci beğenirsin. Annen Türkiye’den dönünce de ailenle tanışıp konuşurlar.”
Tanımadığım ama sempatik, güler yüzlü karı koca vedalaşıp gittiler.
Doğrusu şaşkındım. Bir yandan da gururum okşanmıştı. Temiz bir aile kızı ararken, akıllarına ben gelmiştim. Bu güzeldi. Evet, öyleydim ben. Aileme ve milli değerlerime çok bağlıydım. Annemi ve babamı gururlandırarak, başlarını öne eğdirmeden yaşamayı, mesleğimi edindikten sonra da mutlu bir yuva kurmayı çok istiyordum.
Ne var ki Almanya’da yetişen Türk ve Müslüman genç kızlar için ahlak değerlerimize sadık kalmak, hiç de kolay değildi. Okul ve iş hayatında başarılı olabilmek için mutlaka Alman toplumuna uyum sağlamak gerekiyordu. Her iki toplum da kendine uyum sağlamayanı dışlıyordu. İki kültür arasında dengeli ve aklımda diyerek yaşamak kaderimizdi.
Okulda, mahallede arkadaşlık yaptığımız Alman kızlarının bizlere göre çok farklı hayatları vardı. Onların ev işleri yapmak, kardeşlerine bakmak gibi görevleri yoktu.
Okul eğitimi, spor ve müzik faaliyetleri dışında istedikleri gibi gezmekte serbesttiler. Kıyafetlerine kimse karışmazdı. Düzenli haftalık harçlıkları vardı. Evlilik öncesi farklı erkeklerle arkadaşlık yapmaları, nikahsız birliktelik yaşamaları, aileleri tarafından doğal karşılanıyordu.
Bizim için bu tarz davranışlar asla kabul edilemezdi.
Kardeş kadar yakın olduğum biri Türk, diğeri Sicilyalı iki arkadaşımla bu yüzden yollarımız ayrılmıştı. Ben beyaz gelinlik içinde evlenme hayalleri kurarken, onlar masumiyetlerini çoktan kaybetmişlerdi. İzmirli olan Nesrin’in babası yoktu. Annesi, açık sarıya boyanmış saçları, dekolte kıyafetleri ve erkeklere karşı olan rahat tavırları ile hakkında çok da iyi konuşulmayan, sert mizaçlı bir kadındı.
Okulda başarısız olan Nesrin meslek eğitimine başlamamış, Yugoslav bir gençle nikâhsız, hem de annesinin evinde, dost hayatı yaşıyordu. Bunu duyan ve çok kızan babam bir gün “Kızıma kötü örnek oluyorsun, bir daha bu eve gelirsen bacaklarını kırarım!” diye bağırarak Nesrin’i evimizden kovmuştu.
Sicilyalı arkadaşımın ailesi de benimki gibi sert ahlak kurallarına sahipti.
Fakat evlenmek istediği sevgilisi tarafından terk edilip kalbi kırıldıktan sonra, zaaflarına yenilmiş, gizlice bir arkadaşının kocası ile birlikte olup ailesinin katı ahlak değerlerine ihanet etmişti. Ben ise çok sevdiğim meslek eğitimime odaklanmış, ikisiyle de ilişkimi tamamen kesmiştim.
Bu konuda annemi ve babamı üzmemeye kararlıydım ama ben de gençtim, etrafımda sevdiği ile el ele tutuşarak gezen okul ve iş arkadaşlarıma gıpta ediyordum. Benim de duygularım vardı. Ama bu tarz duygular, gece arkadaşlarla diskoteklere dans etmeye gitmek gibi hevesler, bana yasaktı.
Ailelerinin başıboş bıraktığı bazı Türk kızları kaçamaklar yapıp bu yasakları delerken, ben ailemin adına leke sürmemek için, böyle eğlencelerden uzak duruyordum. Belki de bu genç adam, ailemi üzmeden alnımın akı ile evlenerek, daha serbest olduğum mutlu yuvamı kurmam için Tanrı tarafından sunulan bir lütuftu.
Akşam işten geldiği gibi heyecan ve korkuyla konuyu babama açtım. СКАЧАТЬ