Название: Renan Müdafaanamesi ve Kanije Müdafaası
Автор: Namık Kemal
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6486-19-5
isbn:
Bu durumdan, yalnız kendine has düşünce tarzını muhafaza edebilen İran müstesnadır çünkü İran, İslam’da kendine mahsus özel bir mevki kazanmıştır. İranlılar, Müslüman olmaktan öte Şii’dir.
Müslümanlıktan ziyade Şii olmak ne anlama geliyor? Müslüman olmayan Şii de mi varmış! Bazı edebî tabirlerde bu tür kelime oyunlarına yer verilebilir fakat ciddi bir esere manasız söz karıştırmanın yeri yoktur.
Bay Renan, Şiiliği İran’a has bir mezhep ve bu özelliği de İranlıların Müslümanlar arasında özel bir yer elde etmelerine sebep olarak gösteriyor! Şayet İslam tarihini hakkıyla öğrenmiş olsaydı, Şiiliğin İslam dünyasında girmediği bir yer ve nüfuz etmediği bir millet kalmadığını öğrenmiş olurdu.
Bilindiği gibi Şiiliğin İran’da tamamen yerleşmesi üç asırlık bir meseledir; bu mezhep İran’da yerleşinceye kadar yüz binlerce kişinin kanının döküldüğü de tarihen sabittir. İslam dünyasında, İran’dan birkaç yüz yıl önce bu mezhebi kabul etmiş ve Şiiliği günümüze kadar devam ettirmiş milletler de bulunmaktadır.
Bu açık gerçeklere karşın İranlılara Müslümanlar arasında ayrı bir konum vermek, İranlıları İslam’dan daha çok Şiiliğe meyilli bir millet olarak kabul etmek caiz ise ne diyelim?
Bay Renan, bu kadar garip görüşler öne sürdükten sonra, geleceğe emniyetle bakmak için geçmişe göz atarak, “Şimdi (zannınca) bu derece gerilemiş olan İslam medeniyeti bir zamanlar çok parlaktı; bu kadar âlimler, hekimler yetiştirdi; asırlarca Batı’da Hristiyanlık dünyasının hocası oldu; bu hâl geçmişte meydana geldi, bundan sonra niçin gelmesin?” diyenlerin fikrini de beğenmeyip “Benim de asıl bahsedeceğim bu noktadır.” diyerek “Gerçekten İslami ilimler veya hiç olmazsa Müslümanlar tarafından kabul ve müsaadeye mazhar olmuş bir ilim var mıydı?” meselesine ortaya atıyor. Meselenin halli için söze başladığı sırada, üç asırlık bir zaman boyunca İslam ülkelerinde pek mümtaz bilginler, hekimler bulunduğunu ve o zaman İslam dünyasının, ilim bakımından, Hristiyan dünyasına tercih edildiğini itiraf ettikten sonra birtakım yanlış neticeler çıkarmak için bu delillerin tahlil edilmesine ve bunun için de Doğu’nun medeniyet tarihinin asır asır incelenerek İslam’ın o geçici üstünlüğünü hazırlayan çeşitli aşamaların belirtilmesine lüzum görüyor. İşte arzu ettiği tahlile şu sözlerle başlıyor:
İlim ve felsefeye en yabancı devir, birkaç asır devam eden ve Arapların vicdanını tevhidin çeşitli yolları arasında kararsız bırakan ve mezhep tartışmalarının sonucu olan İslam’ın birinci asrıdır.
Ne buyurursunuz, İslam’dan önce Araplar arasında “tevhidin muhtelif yollarıyla ortaya çıkan mücadeleler” de varmış! İslam’ın ilk asrından birkaç yüzyıl önce Arabistan’da Tanrı’nın birliği, Yaratıcı’nın birliği inancının var olduğun ve bundan dolayı kabileler arasında mücadeleler, harpler yaşandığına dair Bay Renan’nun keşfedip ortaya koyduğu gerçeği, şimdiye kadar hiçbir kitapta görülmediği, hiçbir delili de olmadığı için kendisinden başka dünyada kimse kabul edemez.7
İslam’ın birinci asrında Müslümanlar arasında ilim yaygın değilmiş; eğer ilimden murat sadece matematik ve tabii ilimler ise bunlar gerçekten yoktu ancak bundan İslam’ın ilme karşı olduğu sonucu mu çıkar? İslam, yayıldığı yerlerde halkı âlim bulmuş da onları cehalete mi sevk etmiş?
Felsefe konusuna gelince, Bay Renan, sahabelerin sözlerini ihtiva eden kitapları, en azından “Nehcu’l Belaga”yı görmüş olsaydı, sanırım kolay kolay böyle bir iddiada bulunamazdı.
Makale sahibi, bu iddiasının peşinden, konuyla hiçbir ilgisi bulunmadığı hâlde bedevilerin şair olduklarını fakat âlim olmadıklarını açıklamakla ve Hz. Ömer’in (R.A.) İskenderiye Kütüphanesi’ni yaktırmadığını itiraf etmekle beraber dünyada hâkim olmasına çalıştıkları yüce kuralların (Kur’an ve sünnet) haşa, fikirlerin ilme yakışır bir şekilde gelişimini ve bu alandaki çeşitli çalışmaları harap edegeldiğine dair saçmalıkları dile getirdikten sonra şu görüşlere yer verir:
Miladi 750 yılına doğru, İran üstünlük göstererek Abbasiler’in Emeviler’i yenmesini sağlayınca her şey değişti. İslam’ın merkezi Dicle ve Fırat arasına taşındı. Burası ise Şark’ın gördüğü en parlak medeniyetlerden birinin izleriyle doluydu. Bu da İran’ın Sasani medeniyetidir ki bu medenniyet Nüşirevan zamanında zirveye ulaşmıştı. Oralarda sanayi, birçok asırdan beri ilerleme kaydetmişti. Hüsrev buna bir de fikrî gelişmeyi ilave etti. İstanbul’dan kovulan felsefeciler, İran’a sığındı. Hüsrev, Hint kitaplarını tercüme ettirdi. Halkın çoğunluğunu oluşturan Hristiyanlar, Yunan’ın ilim ve felsefesine vâkıftılar. Tıp bütün bütün onların elindeydi. Papazlar hem mantık ve hem de geometri bilirlerdi. “Şehname”de Rüstem’in köprü yaptırmak istediği zaman mühendislik işleri için bir katolikos çağırttığı belirtilmiştir. İslam’ın şiddetli darbesi, İran’ın bu güzel gelişmesini yüz sene kadar geciktirdiyse de Abbasiler’in saltanatı, Hüsrev zamanının parlaklığını tekrar canlandırdı. Abbasi ailesini saltanata ulaştıran ihtilali yapanlar İranlı reislerin idaresi altında bulunan İran askerleriydi. Abbasiler’in kurucusu olan Ebu’l-Abbas’ın ve özellikle Mansur’un çevresinde bulunanlar her zaman İranlı idi. Sanki Sasaniler yeniden dirilmişti. Gizli müsteşarları, şehzade hocaları, başbakanları İran’ın eski hanedanlarından olan Bermekîler arasından seçilmişti. Onlar milletinin mezhebine sadık kalarak İslam’ı hem pek geç hem de inanmaksızın kabul etmişledi. Nasturiler de gönülden inanmayan halifelerin etrafını sarıp özel bir imtiyaz olmak üzere hekimbaşılık unvanlarını ele geçirdiler.
Makale sahibinin bu kadar gevezeliğini, İslam’ın ilme engel olduğuna delil makamında dinliyoruz. İfadelerinde öyle bir işaretten eser olmadığı şöyle dursun, doğru bir şey var ise o da Hz. Ömer Faruk (R.A.) Efendi’mizin İskenderiye Kütüphanesi’ni yaktırdığına dair papazların dilindeki iftiranın çürütülmesidir. Bir de bazı Hristiyanların Abbasi halifelerinden birkaçına hekimlik ettikleri doğrudur.
Diğer iddialara gelince, önce hilafet merkezinin Bağdat’a naklolunması İslam’ın medeniyetçe ilerlemesine nasıl etki edebilirdi? Bay Ernest Renan’nun İran taraflarında vehmettiği Sasani medeniyeti ancak otuz kırk yıl sürebilmiş ve İslam’ın zuhuru üzerine duraklamaya girmiş bir terakki şeklinden ibaretti. Neden ihtiyaç duyulsun ki soylu Arap milleti; daha hükûmet merkezi Şam’da iken Yunan medeniyetinden, o bin sene boyunca büyük eserler meydana getirerek felsefe ve ilmi insanlık âlemine yayan ve hatta Bay Renan’nun fikrince Sasanilerin fikrî gelişimlerine de -Yunan kitaplarını tercüme etmeleri yönüyle- öncülük eden Yunan ilminden almasın da ilmin faydalarını Sasani medeniyetinden alsın?
Acaba İran medeniyetinin Dicle ve Fırat arasında kalan izleri, Yunan ilminin Şam’daki izlerinden daha mı fazlaydı?
Nuşirevan ve Hüsrev zamanlarında İran’ın ilimce öyle yüksek bir mevkiye ulaştığının ispat edilmesi açısından Bay Renan’nun hiçbir delile dayanmayan sözlerinden başka bir işaret göremiyoruz. Birkaç sene Yunan felsefesinden yararlanmak ve Hint’den birkaç kitap tercüme ettirmekle bir milletin ilimde yüksek bir dereceye ulaşması mümkün müdür?
Bay Ernest Renan, Sasani Devleti’nin Araplardan üstün olduğuna, СКАЧАТЬ
7
İslam’dan önce Arabistan’da tevhid inancına sahip ve “Hanifler” olarak bilinen kimseler bulunmaktadır. Bunlar Allah’ı bir bilen, bütün peygamberlere iman eden, sünnet olan, Kâbe’yi ziyaret eden, Allah’ın yasak ettiği şeyleri kendilerine haram sayan kimselerdir (Bkz. Şaban Kuzgun, “Hz. İbrahim ve Haniflik”, Ankara 1985, 110-197). Bunun yanında müşriklerin; putların dışında, kendilerini, yeri, göğü vb. şeyleri yaratan bir yüce Tanrı inancına sahip oldukları Kur’an’dan anlaşılmaktadır (Bkz. “Isra”, 67; “El-Müminun”, 86; “Ankebut”, 61-65; “Ez-Zuhruf”, 87; “Fetih”, 52 vb. Bu konuda ayrıca bkz. Ekrem Sarıkçıoğlu, “Kur’an’a Göre Müşrikler ve Putperestler”,
İslam’a göre dinler tevhid esasına dayanmaktadır ve ilahi menşelidir. İnsanlar doğru yoldan uzaklaştıkça Allah onları yeni elçilerle uyarmış, doğru yola çağırtmıştır (“Bakara”, 136; “Nisa”, 163, vd.). Bu elçiler birbirini takip etmiş ve Hz. Muhammed ile sonlanmıştır (“Azhap”, 40). Elçiler görevlerini hakkıyla yapabilmeleri, Tanrı buyruğunu tam olarak anlatabilmeleri için her kavmin dili ile gönderilmişlerdir (“İbrahim”, 4). Allah her kavme bu uyarıcılardan göndermiştir (“Fatır”, 24, “İsra”, 15; “Ra’d”, 7). Bu uyarıcılar da Allah’a kulluk etmeyi, saptırıcılardan sakınmayı, hakkı kabul etmeyi tebliğ etmişlerdir. Böylece öz bozulsa da tevhide, ilahi hükümlere dair bazı izler kalmıştır. Zaten bugün dinler tarihi alanında yapılan çalışmalar, ilkel kabilelerde olsun, çok tanrılı toplumlarda olsun, farklı inanışlar yanında bir “yüce varlık”, “yüce Tanrı” inanışının bulunduğunu ortaya koymuştur. Namık Kemal, kaynaklara müracaat etmeye fırsat bulamadığı için veya Renan’ın her fikrini yanlış ve İslam’a aykırı bulduğu için bu görüşünü de reddetme ihtiyacı duymuştur. Belki de müşrik Arapları tevhid ehli olarak görmemiştir. Bilhassa mezhep mücadeleleri olmadığına dair görüşe katılmak mümkündür.