Deli İbrahim de manalı ve manasız bütün saray âdetlerini bilenlerdendi. Sıhhati bozuk, idraki gevşek, iradesi zayıf bulunmasına, okuyup yazması son derece kıt olmasına rağmen yıllardan beri içeride yaşadığı kafeste, kendisiyle temasa mezun olanlardan o âdetler üzerine ders alıyordu. Bu sebeple demir kapı önünde sakallı bir adam görünce yeni baştan korkacak, yeni baştan yaygara koparacak ve belki ipi kırıp kafesine kaçacaktı.
Kapı ağası işte bu akıbeti düşünerek telaş gösterdi, iç ağalarından birini ileri saldırdı, demir kapı önünde selam vaziyeti alıp yeni padişahı bekleyen heybetli adama, Sadrazam Kara Mustafa Paşa’ya hemen oradan uzaklaşmasını söyletti.
Hiçbir okçunun delemediği kalkanları bileğindeki yaman kuvvetle süzgece çeviren, en kuvvetli öküzleri tek bir kılıç darbesiyle ikiye bölen, yüz elli kilo ağırlığındaki pehlivanları kemerlerinden bir elle yakalayıp uzun dakikalar tepesi üstünde döndüren Sultan Murat, kendini Kubbealtı’nda temsil edecek sadrazamları da iri yarı, güçlü kuvvetli ve çok heybetli kimseler arasından seçerdi. Kara Mustafa Paşa işte bu suretle seçilmiş, imparatorluk idaresinin başına getirilmiş bir adamdı. Huyu da boyu ile uygundu. Korku bilmez ve hiçbir şeyden yılmaz, yavuz bir kişiydi. Sırtı yere gelmez bir pehlivan, yumruğuna dayanılmaz bir kahraman, tam manasıyla sahipkıran tanıyıp candan saygı gösterdiği efendisinin ölümünü duyar duymaz, içi yana yana saraya koşmuştu, yeni padişahın tahta çıkması töreninde bulunmaya hazırlanmıştı. Veliahdın hasta mizaçlı olduğunu bilmekle beraber ölen hükümdardaki haşin meziyetlerden, vahşi kudretlerden bir kısmının onda tecelli edeceğini umuyordu. İç ağasının getirdiği haber o ümidini birdenbire sarstı, içine elem verdi. Sadrazamı sakalından dolayı bostancıbaşı sanacak ve ölüm korkusuna düşecek bir padişah, ona köle ruhlu bir biçare görünmüştü.
Fakat orada da duramadı, eski efendisinin cansız olarak yattığı odanın önüne gitti, inkisara uğramış hayalinin matemini yüreğindeki yasla karıştırdı, kollarını kavuşturup beklemeye koyuldu.
Biraz sonra kafesten gelen kafile de oraya ulaştı ve Deli İbrahim’in ayakları yeni baştan birbirine dolaştı. Sadrazamın canlı bir ehramı andıran endamından korkuyor, gözleri kamaşmış bir durum alarak geri geri çekiliyordu. Kösem Sultan, kölesinden korkan efendiyi cesaretlendirmek için heybetli veziri oğluna tanıttı:
“Lalan budur aslanım. Padişahlığını kutlamaya, mübarek ayağını öpmeye geldi.”
Kara Mustafa Paşa, içinden kabarıp gelen bulantıyı güçlükle yendi, yere kadar eğildi:
“Başınız sağ, tahtınız kutlu olsun ulu hünkâr! Kudumunuz devlet için, memleket için hayırlı olur inşallah.”
Vezirin sözleri çelik bir tepenin konuşması gibi hünkâra sert geliyor ve haşyetle karışık bir hayretle onu süzüyordu. Belki üç, belki beş dakika bu garip vaziyette kaldı, sonra mırıldandı:
“Bana hile edersiz, âl edersiz.”
Kösem’in sabrı artık tamamıyla tükendiğinden kaşlarını çattı.
“Bu kadar naz…” dedi. “Çekilmez! İstersen tahtı boş koy, yeniden kafese gir!”
İleri gitmeyen deli, şimdi geri dönmeye de yanaşmıyordu. Kudretsiz ruhunda kucak kucağa gelen can korkusuyla taht sevgisinin boğuşmasından bunalarak anasıyla kapı ağasının kolları arasında bocalayıp duruyordu.
Sadrazam, havsalasına sığmayan bu sahneye karşı gözlerini yumuyordu, ağalar ve iç oğlanları için için homurdanıyordu. Nihayet yine onlar, o saraylılar tarafından -Sultan Murat’ın öldüğüne antlar içilmek suretiyle- vaziyet düzeltildi, deli hünkâr cenaze odasına sokuldu.
Kapı ağası eşikten içeri girer girmez ileri atılmış, cesedin yüzünü açmıştı. İbrahim, bu hızlı davranış yüzünden yeni bir densizlik yapamadı, ister istemez ölüye baktı ve gülümsedi. O sapsarı çehre, o kapalı gözler, o hareketsiz vücut, kendini boğduracak kudretin artık yeryüzünden silindiğini çirkin bir belagatle anlatıyor ve bu çirkinlik ona, kâinatın en güzel hakikatlerinden daha cazip görünüyordu.
Korkak delide beliren değişiklik yanı başında bulunanları şaşırtacak kadar büyüktü. O fersiz gözler birdenbire ışık içinde kalmış, o iki büklüm beden bir lahzada dikleşmiş, o titreyen bacaklar çarçabuk çelikleşmişti. Yalnız dudakları kapalıydı, tek kelime konuşmuyordu.
Kösem, kendine geldiğini sevinçle gördüğü oğlunu konuşturmak için yumuşak bir sesle sordu: “Artık inandın, değil mi aslanım?..”
O, gülümseyen bakışlarını cenazeden ayırıp anasına çevirdi, uzun uzun baktı.
“Eh…” dedi. “Padişah olmuşum, inandım gayrı.”
“Öyleyse taht odasına buyurun, cülus edin. Lalan seni oraya iletsin!”
İbrahim, sevine sevine ve salına salına odadan çıkarken sadrazam, valide sultana sokuldu, fısıldadı:
“Şevketlu hünkâr, kafes kılığıyladır. El öpmeye, ayak öpmeye gelenler onu saçında gülle, dardağan çakşırla görürlerse nice olur? Lütfedin de kılığına nizam verin.”
Kösem, telaştan ve ızdıraptan bu biçimsizliği unutmuştu, oğlunu tahta oturtmayı saadet bilip terini kurutmaya hazırlanıyordu. Vezirin ihtarı üzerine gamlı gamlı içini çekti:
“Rahmetli ammisi gibi allahlık.5 Dünyaya bir pul kadar değer vermiyor. Lakin hakkın var, bugüne bugün padişahtır. Ele güne karşı baş açık çıkması doğru değil.”
Hünkârın ayarını çoktan tespit etmiş olan vezir, kendi kendine “Karaman’ın koyunu, sonra çıkar oyunu.” demekle beraber kısa, uzun hiçbir cevap vermedi, valide sultanın deli padişahı yakalayıp bir odaya sokuşunu, oradan giyimli, kuşamlı olarak çıkarışını seyirle iktifa etti.
Artık taht odasına gidilmeye mâni kalmamıştı, bütün güçlükler yenilmiş sayılabilirdi. Fakat İbrahim, o odanın kapısı önüne gelir gelmez durdu, arkasından gelmekte olan sadrazama yüzünü çevirdi, sert sert sordu:
“Ben padişah değil miyim?”
O, hayret içinde cevap verdi:
“Beli sultanım, padişahsınız.”
“Ne istersem yaparım, değil mi?”
“Beli padişahım, yaparsınız.”
“Öyleyse dönelim, kardeşimi bir daha görelim!”
Deli adam, tam tahta oturduğu sırada cellatların boy gösterip kendisini cürmümeşhut hâlinde yakalanmış bir suçlu gibi alaşağı edeceklerini düşündüğünden ihtiyatlı hareket etmeyi tasarlıyor ve şayet kardeşi СКАЧАТЬ
5
Kösem’in ammisi dediği Birinci Mustafa’dır ki tam manasıyla zırdeliydi. Fakat onu rahmani meczup ve veli sayanlar da vardı. (y.n.)