Molla Hüseyin, dünkü Cinci Hoca değildi. Cübbesinin önünü kavuşturarak edepli bir duruma bürünüyordu, padişaha son derece saygı gösteriyordu. Mazhar olduğu iltifata da yine edibane cevap verdi:
“Estağfurullah efendimiz…” dedi. “Bana ikrama mecbur değilsiniz. Ben vazifemi yaptım, sizi cinlerin şerrinden kurtardım. Bundan sonra da gözümü dört açıp hiçbir cinin size yaklaşmasına meydan vermeyeceğim. Sık sık da Şahişahan’la, Mehlikayi Efsuni’yle, Dürrüttac ile konuşup efendime yarar bir şey duyarsam hemen arz edeceğim.”
“Berhudar ol hoca efendi ama ben padişahım. Sana bir iyilik etmek isterim. Ne yaparsam memnun olacağını mutlaka söylemelisin.”
Molla Hüseyin, önünde asılı duran altın merdivenin basamaklarını hızla aşmak ve en üst basamağa ulaşıp orada yaşamak hırsıyla kıvranıp duruyordu. Bu merdiven, ulemaya mahsus mertebeleri gösteriyordu ve başında şeyhülislamlık feracesi asılı duruyordu. Fakat hırsını hissettirmek istemediğinden ağır davranıyordu. Hünkâr “Söyle hocam.” diye ısrar edince yer öptü:
“Bir müderrislik payesi ihsan buyurursanız kulunuzu ihya etmiş olursunuz.”
“Verdim hocam, hemen verdim.”
Hünkâr, müderrisliğin adını duymuş olmakla beraber bu işin ne olduğunu ve kimlerin ne suretle müderris yapılacağını bilmiyordu. O devirde yaman bir ocak zihniyeti taşıyan, aralarında kuvvetli bir tesanüt52 yaşatan hocalar da kanun ve teamüle aykırı rütbe, mevki ve hizmet verilmesine kolay kolay rıza göstermezlerdi. Bu sebeple Cinci Hoca’ya müderris payesi verildiğini bildiren emirname Şeyhülislam Yahya Efendi’ye gelir gelmez kıyamet koptu, her ağızdan bir isyan sesi yükseldi. Bütün ulema zümresi henüz mülazım bile olmayan bir üfürükçüye böyle bir paye verilmesini ilme hakaret sayıyorlardı, homur homur homurdanıyorlardı.
Şeyhülislam -idare-i maslahat politikasına pek bağlı bulunmasına rağmen- bu homurdanışlara kayıtsız kalamadı, saraya bir tezkere yolladı. Danişment Molla Hüseyin’e müderrislik payesi verilemeyeceğini anlattı.
Hünkâr birçok dileklerinin sadrazam tarafından “Kanuna uymaz, ondan ötürü de olamaz!” diye çürütülmesine alışkın olduğundan şeyhülislamın da ters davranmasına ses çıkarmayacaktı. Fakat Cinci Hoca, kırk gün nefes etmek, yeni muskalar yazmak için Şahişahan’dan ferman aldığını söyleyerek huzura çıkıp da onun şeyhülislama bir şey dememek niyetinde olduğunu görünce köpürdü.
“Ben…” dedi. “Bütün ecinni diyarına haber salıp sizin bana medresesiz kuru bir müderrislik verdiğinizi müjdelemiştim. Şahişahan başta olduğu hâlde bütün cin padişahları, vezirleri, beyleri adamlar yolladılar, rütbemi kutladılar. Hatta Maveraüşşems Hükümdarı Ezreke Banu Hazretleri sır kâtibini gönderdi: ‘Ebussuud Efendi öleli-den beri fetva alacak bir şeyhülislam bulamıyorduk, üzülüyorduk. Senin müderris oluşundan ümide düştük, inşallah Sultan İbrahim Han Hazretleri lütuf buyururlar, bizim hâlimize de merhamet ederler, seni şeyhülislamlığa çıkarırlar.’ diye iltifatta bulundu. Şimdi Yahya gibi koşma düzmekten, genç çocuklara gazel yazmaktan başka elinden hiçbir şey gelmeyen bunak bir yobaz, senin fermanını geri çevirerek beni bütün ecinni diyarına kepaze etti. Yarın başın ağrırsa, nefesin daralırsa, gücün kuvvetin azalırsa ben ne yüzle cinleri çağırayım. Matuh53 Yahya bende haysiyet koymadı, seni de tehlikeye attı.”
Deli İbrahim enikonu pirelenmişti, yeni baştan yetim kalmak ve kadınlardan uzak düşmek korkusuyla elemlenmişti. Cinci’ye hak veriyor, şeyhülislamla bozuşmayı ise göze alamıyordu. Bu karışık durumda yine Molla Hüseyin’den yardım aradı:
“Nidelim hoca efendi, sen onu söyle?”
“Nidelimi var mı sultanım, sen padişah değil misin?”
“Elbette padişahım.”
“Padişahların bir sözü iki olmaz, iradesi bozulmaz. Kalemi eline al, ‘Verdiğim verdük, dediğim dedüktür. Gözünüzü patlatırım sizin!’ diye bir hat çiziktir. Bak şeyhülislamın ağzı bir daha açılır mı?”
“Ya açılırsa?”
“Şahişahan’a havale ederim, herifi şebeğe çeviririm!”
Deli İbrahim işte bu telkin üzerine cüretlendi, Molla Hüseyin’in ağzından çıkan sözleri kelime kelime yazmak suretiyle bir hümayun(!) hat kaleme aldı ve ona üç derece daha yüksek bir paye verdi.
Hadise, müthiş bir infilak tesiri yapmış, hocalar âleminin altını üstüne getirmişti. Fakat işin inada bindirilmesi hâlinde Cinci Hoca’ya şeyhülislamlık bile verilebileceğini sezen ulema, böyle bir akıbetten korkarak hınçlarını zapt ediyorlardı, sırası düşünce öç almayı tasarlayarak susuyorlardı.
Cinci Hoca altın basamaklı zümrüt merdivene, ikbal yoluna sadece girmiş olmuyor, başkalarının on yılda güç aşacağı merhaleleri bir adımda geçmiş bulunuyordu. Lakin doymamıştı ve doyamıyordu. Bunda da hakkı vardı. Çünkü dilediğini yaptıracak bir kudretteydi, altmış akçe geliri olan bir müderrisliğe kanıp da oturmayı aptallık sayıyordu. Onun için bir nefes sırasında fırsatı kaçırmadı.
“Ezreke Banu…” dedi. “Galata Mahkemesinde bir dava açmak istiyor.”
“Ezreke Banu da kim?”
“Geçen gün arz etmedim mi? Maveraüşşems hükümdarı bir dişi cin!”
“Güzel bir şey mi?”
“Bir içim su. Efendimin firaşına54 layık.”
“Aman hoca efendi, kerem et. Şu dişi cini bana göster.”
“Göstermek neye yarar?.. Onu bir çalımına getirip size odalık da yapmak isterim. Çünkü hiçbir cin şehzadesini beğenmiyor, evlenmiyor. Bir efsunla onu size âşık ederim, hizmetinize koştururum.”
“Ne zaman yaparsın bu işi?”
“Açmak istediği dava görülüp bittikten sonra.”
“Neymiş davası?”
“Dalları yakut, yaprakları elmas, yemişi incir bir ağaç varmış. Ezreke Banu’nun amcası oğlu da bu ağaç benimdir diyormuş.”
“Nerede bu ağaç hoca efendi?”
“Ecinni diyarında.”
“Oradaki ağacın Galata’da davası görülür mü?”
“İbni Kemal Hazretleri’nin, Ebussuud Hazretleri’nin şeyhülislamlık ettikleri devirlerde cinlerin büyük davaları İstanbul’da görülürdü. Onun için o büyük âlimlere müftissakaleyn derlerdi.”
“Ne СКАЧАТЬ
52
Tesanüt: Dayanışma, omuzdaşlık. (e.n.)
53
Matuh: Bunamış, bunak. (e.n.)
54
Firaş: Döşek, yatak, yere serilen şey, minder, şilte. (e.n.)