Bir Çocuk Aleko. Омер Сейфеддин
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Bir Çocuk Aleko - Омер Сейфеддин страница 8

Название: Bir Çocuk Aleko

Автор: Омер Сейфеддин

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-99850-8-4

isbn:

СКАЧАТЬ style="font-size:15px;">      Ahmet Bey, yine hiddetle sordu: “Hiçbir şey anlamadınız mı?”

      “Ne anlayacağız?”

      “Hürriyetin ilanını…”

      “Hangi gazetede?”

      “Hepsinde!”

      Mümeyyiz sarı, sıska elleriyle titreyerek masanın sol gözünü çekti. İki gazete çıkardı. Tehlikeli bir şeymiş gibi yavaşça önüne koydu:

      “İşte Sabah ile İkdam… İlanat taraflarını bile okudum. Öyle hürriyete dair bir şey yok.”

      Hürriyetin ilanını ilanat sayfasında aramasında ne nükte olduğunu anlamayan Ahmet Bey bunu Mümeyyiz’in hakaret etmek istemesine yordu. Çöllerin payansız sükûnuna haykıran erkek bir arslan gibi kükredi:

      “Siz artık bu devre layık adamlar değilsiniz! İlanat sütunlarında hürriyet ilanı arıyorsunuz. Hayır, hayır, hayır… En başa bakınız. Orada bir tebliğ var. İşte bu tebliğ hürriyeti ilan ediyor.”

      …

      Kâtipler önlerine bakıyorlar, her ihtimale karşı bu tehlikeli münakaşayı hiç işitmiyor gibi davranıyorlardı. Mümeyyiz, kırmızı çuha kılıfından gümüş gözlüğünü çıkardı. Taktı. Sabah’ı açtı. Tebliği buldu. Okudu. Sonra Ahmet Bey’e döndü.

      “Kanun-ı Esasi hakkındaki tebliği mi söylemek istiyorsunuz?”

      “Evet.”

      “Fakat bu tebliğde hürriyete dair bir şey yok.”

      “Siz hürriyeti ne sanıyorsunuz? İşte Kanun-ı Esasi… Kanun-ı Esasi hürriyet demektir.”

      …

      Köse Mümeyyiz geniş bir nefes aldı. Astarı parçalanmış kalın, kahverengi perdeli büyük pencerelerden sıcak bir yaz havası, müseddes şeklinde ince uzun bir kibrit kutusunu andıran karanlık kaleme giriyor; sigara, kâğıt, mürekkep, nefes kokularının rutubete karışmasından hasıl olmuş ağır bir havayı, ıslak tavuk kokusuna benzeyen bu ağır havayı tebahhur ettiriyordu.

      Ahmet Bey terliyor, yerinde duramıyordu.

      Görüyordu ki hâlâ kalem şüphedeydi. Hâlbuki o ta yerinden, yani mabeyinden haber almıştı. Bu sahihti. Fakat nasıl olduğunu bilmiyordu. Herkesten ismini, münasebette bulunduğunu sakladığı hamisi paşaya dün gece “ubudiyet arz ederken” kendisine, “Yarın hürriyet ilan olunacak.” demişti, “Efendimiz emretti. O kadar önüne geçmek, bu Jön Türk rezillerinin zaptının kabil olmayacağını anlatmak istedik. Kâr etmedi. Allah akıbetimizi hayreylesin…”

      O ana kadar tamamıyla mabeyine mensup geçinen Ahmet Bey, velinimetinin konağından çıkarken o kadar “hürriyetperver”di ki yanında Namık Kemal’le Mithat Paşa halis istibdat taraftarı kalırlardı. Sokak tenhaydı. Evine doğru yürüdü. Nişantaşı’nın daha bir şeyden haberi yoktu. Komşu konaklarda vur patlasın, çal oynasın, saz âlemleri devam ediyor; uzak yakın piyano sesleri işitiliyordu. Ahmet Bey o gece uyuyamadı. Böyle ali, böyle mesut bir günü bu kadar hasretle, bu kadar iştiyakla beklediğinin şimdiye kadar farkına varmadığına şaşıyordu. Bu müjdeyi ilk haber alan kendisi olduğu için sonradan duyacaklara karşı ruhunda büyük bir faikiyet hissediyordu. Bütün İstanbul halkına, bütün Türkiye’ye, hasılı herkese karşı bugün faikti. Yarın hürriyeti kabul eden bütün Osmanlılar arkasından geleceklerdi. Bunları düşüne düşüne sabahı dar etti. Siyah bonjurlarını giydi. “Tam resmî olmalıyım.” dedi. Beyaz eldivenler taktı Her günkünden daha şık oldu. Gelmesi, hürriyetten daha ziyade şaşılacak bir hadiseydi. Soluğu kalemde aldı. Arabada gelirken İkdam’ı baştanbaşa okumuştu. Kanun-ı Esasi tebliğinden başka bir şey yoktu. Fakat kendi kendine:

      “(…) Kanun-ı Esasi demek kâfidir!” diyordu. Kalemdekiler daha Kanun-ı Esasi tebliğinden bu mesut manayı çıkaramamışlardı. Çünkü… Çünkü… Evet, haberleri yoktu! Hâlbuki o, işte tam yerinden haber almıştı. Bir senedir gayet büyük bir adama mensup görünmekle zımnen tehdit ettiği Köse Mümeyyiz’e tekrar sordu:

      “Demek Mümeyyiz Bey, siz bunun hürriyet olduğunu anlayamadınız ha?”

      “O vakitki Babıali zihniyetinden hariç” hiçbir şeye ihtimal vermeyen Mümeyyiz:

      “Bu tebliğden ben hürriyet gibi şeyler anlamam.” dedi, “Kanun-ı Esasi zaten vardır. Onun tatbikini tekrar tebliğ etmek yeni bir tensikat hareketine delalet etse gerektir. Fakat başka şeye… Asla…”

      …

      Mümeyyiz Kanun-ı Esasi’nin zaten mevcut olduğunu, her sene resmî salnamenin en başına basıldığını söylüyorken kalemin müdürü girdi. Bu şişman, esmer, fikri son derece mahdut bir beydi. Kaleme bugün nasılsa erken uğramıştı.

      Zira yaz kış Büyükada’da oturduğu için öğle paydosundan on dakika evvel gelir, öğle paydosu daha bitmeden kalkar giderdi. Mabeyne mensup bir adama mensup bir kadının süt kardeşine mensup olması sayesinde devamsızlığı bir kusur sayılmıyordu.

      Ahmet Bey onunla, diğer kâtiplerden daha teklifsizdi. Onu da yokladı. Zavallının haberi yoktu. Hatta gazete okumak âdeti olmadığı için tebliği bile görmemişti. “Hürriyet” lafını işitince kızardı. Sonra sarardı. Morardı. Beyazlaşan dudakları titremeye başladı. Ahmet Bey’e yüzünü çevirerek, “Rica ederim, böyle şeylerden bahsetmeyelim! Bizim vazifemiz her şeyden mukaddestir!” dedi. Maiyetindeki kâtipler müdürlerinin ne mükemmel ne gayur adam olduğunu zaten bilirlerdi. Onlara da dönerek, “İşlerinize bakınız beyler!” emrini verdi. “Ben amirinizim, benim gibi vazifeperver olunuz. İnsanın en büyük saadeti vazifesini ihmalsiz icrasıdır!”

      Haftada bir iki defa, günde on dakika kaleme gelen bu herifin vazifeden bahsetmesi Ahmet Bey’in canını sıktı. Ayağa kalktı, işte hepsi uyuyorlardı. Lâkin yarın… Hepsi uyanacaklardı. Kendisi için bu budalaların arasında bir dakika geçirmek artık bir asır kaybetmeye müsaviydi. Fesini giydi. Tek gözlüğünü tekrar elledi. Jimnastikle kabarmış göğsünü daha ziyade kabartarak, kollarını bir idman taliminde imiş gibi hususi bir ahenk ile sallayarak kapıya doğru yürüdü. Çıkmadan durdu. Başını uzatarak bütün kaleme:

      “Acele etmeyiniz. Yarın görürsünüz!” diye haykırdı. Dışarı atıldı.

      Babıali koridorları her vakitkinden daha tenha gibi duruyordu. Hariciye tarafına geçti. Orada biraz hayat vardı. Kapıların önünde kalem beyleri dolaşıyolar, “âdetleri veçhile’’ Fransızca konuşuyorlardı:

      “Je ne crois pas…”1

      “Cet un blague.”2

      “Dis done…”3

      “Eh bien, ce n’est pas possible.”4

      …

      Ahmet СКАЧАТЬ



<p>1</p>

“Sanmam.”

<p>2</p>

“Bu bir şaka.”

<p>3</p>

“Vay canına.”

<p>4</p>

“Olamaz, imkânsız.”