Kağnı, Ses, Esirler. Сабахаттин Али
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kağnı, Ses, Esirler - Сабахаттин Али страница 7

Название: Kağnı, Ses, Esirler

Автор: Сабахаттин Али

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-605-121-925-7

isbn:

СКАЧАТЬ gün doğduğum günü sordu. İçi takvim gibi çizgiler, münhani8 işaretlerle dolu bir defteri karıştırdı; zayiçeme9 baktı ve bana burcumu ve huylarımı söyledi. Bu günde doğanlar halim selim ve felaketleri hafif ve devamsız olur, dedi (Birinci noktayı bilmem fakat ikincide galiba yanılıyordu.). Ben, felaket içinde olan her adam gibi, kolay inanır olmuştum. Beraat edeceksin diye verdiği teminatı dinliyor ve ümitlere düşüyordum. Mahkûm olduktan sonra da evrakımın temyizden bozuk geleceğini rüyalarımı tabir ederek, haber verirdi.

***

      Cavit Bey asıl Havzalı idi. Galiba oralarda akrabaları da vardı. Konya gibi gurbet elde hapislik ona çok ağır geliyordu. İstida vererek Samsun Hapishanesi’ne naklini istemişti. İstidasında sıhhi vaziyetini öne sürdüğü için hastaneye, heyet muayenesine gönderildi. Ondan sonra heyecan içinde neticeyi beklemeye başladı. Ve ben bu günlerde ömrümün en büyük münasebetsizliğini yaptım.

      Hapishanenin hareketsizliği, vukuatsızlığı, yeknesaklığı içinde hayatın ufak hadiseleri bile o kadar ehemmiyet alır, o kadar büyür ki, mesela mahpusların bir köpeğinin ölmesi insan ruhları üzerinde, dışarıda iken ancak bir yangının, bir zelzelenin yapabileceği tesiri bırakır. Bir akşam komşu koğuşa gitmek için gardiyanlardan izin istemek, açıktaki bir memurun devletten iş istemesi kadar mühim bir şeydir. Çok küçük başlayan bir vaka bile, her türlü meşguliyetten uzaklaştırılmış ve ufak bir odaya hapsedilmiş olan bu kafalarda yavaş yavaş büyür, bir ehemmiyet alır, hatta bir zaman için hayatın tek hedefi olur.

      Sonra bir hapishaneden ötekine gönderilmek dışarıdan bakınca ehemmiyetsiz, hatta kelepçeli yolculuğun zorlukları düşünülünce, fena gibi görünürse de bildik yerler, tanıdık muhitler hiçbir yerde hapishanede olduğu kadar şiddetle aranılmaz. Görüşme günleri kapıya kimsesi gelmeyenler, mahkûmlar arasında en zavallı sayılırlar. Bunun için gurbet hapishanesine düşenler hep memleketlerine nakil için uğraşırlar.

      Ben bunları o zaman bilmediğim, düşünmediğim için Cavit Bey’in bu nakil işine bu kadar ehemmiyet verişini gülünç buluyordum. Samsun da hapishane, burası da hapishaneydi. Bunun için ufak bir şaka yaparak hep beraber biraz gülmekte bir fenalık görmedim.

      Cavit Bey’in, hastanedeki rapor işini, bir hafta kadar evvel tahliye edilmiş bir mal müdürü takip ediyordu. İki üç günde bir kapıya gelerek havadis verir, hakikatte bir hiçten ibaret olan bu havadisler Cavit Bey’i o gece uykudan mahrum ederdi.

      Bir gün, akşamüstü bu mal müdürünün ağzından bir tezkere yazdım: “Vakit geç olduğu için sizi göremedim, sıhhatiniz yalnız naklinize değil, cezanızın teciline sebep olacak kadar sarsılmış göründüğünden heyeti sıhhiye tahliyeniz hakkında rapor yazıyor. Müteessir olmayınız. Çıktıktan sonra nasıl olsa kesb-i afiyet10 edersiniz!” dedim. Bu ufak kâğıdı o gün izinden gelen bir gardiyana vererek kendine gönderdim, kâğıdı dışarıda mal müdüründen aldığını söylemesini de tembih ettim… Bu işten birkaç mahkûmun daha haberi vardı. Gardiyan gülerek tezkereyi aldı ve yukarı götürdü.

      Nedense o anda Cavit Bey’in bu şakaya inanıvermesi ihtimalini düşündüm ve yaptığıma birdenbire pişman oldum…

      Cavit Bey sahiden inandı. Yukarıdan kıs kıs gülerek inen mahkûmlardan biri, onun, elinde tezkere ile odadan odaya koştuğunu, herkese müjde verdiğini söyledi.

      İçim cız dedi; ne yapacağımı bilemeyerek şaşırdım kaldım. Herkes katıla katıla gülüyordu. Ben gitgide daha azaplı bir nedamet içine düşüyordum. Nihayet işi düzeltmek için koşarak yukarı çıktım. Tam merdiven başında kendisi ile karşılaştım. Beni kolumdan tuttu, sesi titreyerek “Çıkıyorum!” dedi ve tezkereyi uzattı.

      Aldım. Okuyormuş gibi yaptım. Sonra kaşlarımı çatarak “Ama niçin seviniyorsunuz? Hasta olduğunuzu yazıyor!” dedim.

      Bu ehemmiyetsiz şey üzerinde durduğuma şaşıyormuş gibi yüzüme baktı:

      “Bir kere çıkayım da sonrası kolay. Ölsem ne olur?” dedi.

      Benim sözlerimi dinlemeden, heyecanla, fakat gene o yavaş sesiyle anlatmaya devam etti:

      “Ben zaten bunu dün akşam gördüm. Havza’daki evde oturuyormuşuz, ablamın küçük bir oğlu vardı, pek severdim, altı yaşında iken ölmüştü. O geldi kolumdan tuttu, ‘Gel dayı, bahçeye çıkalım!’ dedi. İşte bak… Çıkıyorum!”

      Kolumu bıraktı, ufak adımlarla koşarak gitti.

      Ona bu coşkunluğu, bu hudutsuz saadeti içinde hakikati söyleyebilecek cesareti kendimde bulamadım.

      Cavit Bey, bütün koğuşa, çıkınca nerelere gideceğini, nasıl iş tutacağını anlatıyordu. O zamana kadar hiç ağzına almadığı hâlde bu akşam birdenbire karısından ve çocuğundan bahsetmeye de başlamıştı. Oğlu için “Büyümüştür kerata…” diyor ve karısının ismini söylemeyerek sadece “bizimki” diyordu. Ve bu “bizimki”, bütün mülkiyetiyle “benimki!” demek istiyordu. Etrafındakilerin yüzündeki alayı fark etmeyecek kadar kendini hülyalarına kaptırmıştı…

      Herkes yattıktan sonra da Cavit Bey’in sabahlara kadar Kur’an okuduğunu, dualar ettiğini, hatta uzun uzun ağladığını ertesi sabah mahkûmlardan duydum.

      Ömrümün en acı saatlerini yaşadım.

      Öğleye doğru Cavit Bey işi sezer gibi oldu. Birkaç mahkûmun pek açık alayları onun kulağını bükmüştü. Acı hakikatin tesiri, saadetindeki kadar büyük oldu. Yıldırım çarpmış gibi bahçedeki kütüklerden birinin dibine çöktü. Sonra kalktı, sarhoş gibi sallanarak yukarıya, odasına çıktı. Hiç kimse yanına gitmeye cesaret edemiyordu. Felaket, nedense, başkalarında olduğu zaman bile bizi yanından kaçırıyor.

      Cavit Bey iki üç gün kendini toparlayamadı. Benim için, “Ondan böyle şey beklemezdim!” dediğini haber aldım, fakat kendimde gidip özür dileyecek kuvveti bile bulamadım.

***

      Bu hikâye burada biter. Fakat ben, bununla münasebeti olan başka bir vakayı da şuracığa koymaktan kendimi alamıyorum:

      Rapor şakasından bir hafta kadar sonra hapishane müdürlüğüne benim hakkımda bir kâğıt geldi:

      “İstanbul müddeiumumiliğine teslim edilmek üzere candarmaya teslimi” deniliyordu.

      Sevindim. İstanbul ne kadar olsa daha alışkın olduğum bir yerdi. Arkadaşlarım çoktu. Gelenim, gidenim fazla olurdu. Gerçi Konya’da da yalnız değildim, fakat bu nakil bir değişiklikti ve bana fena gelmedi. Hemen eşyalarımı topladım. Kitaplarımı bir sandığa yerleştirdim, vakit geç olduğu için herhâlde yarın gidecektim. O akşam koğuş koğuş dolaşarak tanıdıklara, tanımadıklara “Hoşça kalın, Allah kurtarsın!..” dedim. Cavit Bey’in odasına gittiğim zaman o hemen yerinden kalktı ve yanıma gelerek elimi sıktı, hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya başladı. Dargın ayrılmak istememişti. Bir müddet beraber oturduk. Kendisi İstanbul Hapishanesi’nden buraya geldiği için oradaki bazı nüfuzlu mahpuslara tavsiyeler yazdı, biraz serbest olmak, rahat edebilmek için lazım olan hususi malumatı verdi.

***

      Ertesi СКАЧАТЬ



<p>8</p>

Münhani: Eğri. (e.n.)

<p>9</p>

Zayiçe: Yıldızların, belli bir zamandaki yerlerini, durumlarını gösteren çizelge. (e.n.)

<p>10</p>

Kesb-i afiyet: Sağlığa kavuşma. (e.n.)