Название: Kağnı, Ses, Esirler
Автор: Сабахаттин Али
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-605-121-925-7
isbn:
Kumpanyanın gideceği günün gecesi kasabanın ileri gelen memurlarından birkaçı, istihkâm taburunun göldeki tombazlarıyla bir göl ve ay ışığı safası tertip ettiler. Dört tombaz yan yana getirildi ve üzerine kalaslar kondu, masalar yerleştirildi, rakılar ve yemekler kenarlara dizildi, aktris Adalet ile kocası denilen Sahir Süha da bu eğlentiyi şereflendirdiler. Arap Hayri ve birkaç neferle bir iki odacı sofralara hizmet ediyorlardı. Hayri pek sessiz ve durgundu. Hizmet ettiği masalardan kendisine rakı uzatıyorlardı; o bunları alıp bir nefeste dikiyor, fakat hiç değişmeden işine bakıyordu. Gitgide herkes cıvıttı. Adalet fitil gibi oldu ve Sahir Süha bir kenarda sızdı. Göğsü bağrı çıplak genç kadın birkaç ayık hovardanın kucağında dolaşıyordu. İki neferden başka ayakta hiç kimse yoktu. Arap Hayri diz çökmüş, yaşlıca bir adamın kucağında yatan ve gözleri kendisine rastlayınca yüzünü “Anlarsın ya!” demek isteyen bir sarhoş gülüşü kaplayan Adalet’e bakıyordu. Sal gölün orta yerlerinde hafif hafif sallanıyor ve demir teknelere çarpan minimini dalgalar cıvıldar gibi sesler çıkarıyordu. Aşağıların rüzgârsızlığına karşı gökteki küçük bulutlar o kadar çabuk koşuyorlardı ki, ay, bunların birinden çıkıp ötekine girerken, kalasların üzerine serilen bu sarhoş yığınının üstünde binbir türlü gölge oyunları yaratıyordu.
Hayri, koyu meşin yüzü ay ışığından ve gözleri kendinden parlayarak, hep diz üstü çökmüş ve elleri dizlerinin üzerinde, Adalet’e bakıyordu. Hem yaşlı adam hem de kadın uyumuşlardı. Adalet’in gerdanı açıktı. Ay onun yükselip alçalan beyaz göğsüne yeşilimtırak bir ışık gönderiyordu.
Sal yavaş yavaş sallanmaya başlamıştı, neferler ön tarafta sahile doğru kürek çekiyorlardı. Yüz metre kadar ötede, gölün kıyısında siyah ve bodur söğütler görünüyordu. Hayri hafifçe eğildi, yaşlı memurun uzun ve pis tırnaklı ellerini genç kadının göğsünden çözdü ve onun zaten küçücük olan vücudunu kucaklayarak tombazın kıyısına sürükledi; orada ayın birdenbire bulutlardan kurtularak dökmeye başladığı serin ışık altında, kadının yüzüne uzun uzun baktı; ince ve rengi kaçmış dudaklar hafif hafif kıpırdıyor ve dağınık siyah kaşların altındaki göz kapakları bir nabız gibi atıyordu.
Hayri uyuyan kadını kalasların üzerine yatırdıktan sonra kendisi kenara tutunarak yavaşça aşağıya, göle doğru süzüldü, ay ışığı altında göğsü kabarıp inen kadını gürültüsüzce kendine doğru çekti; bir eliyle kenarı tutuyor, ötekiyle onu kucaklıyordu. Hayri’nin kucağından aşağı doğru uzanan ayakları suya dokununca kadın gözlerini açar gibi oldu; fakat bu sırada çocuk salın kenarını bıraktığı için birdenbire ve gürültü çıkarmadan ikisi de suya gömüldüler.
Ay, sarhoşların yağlı ve şiş gözlerine vurarak parlıyordu. Neferler hiçbir şeyin farkında olmadan, gözleri kıyıdaki karanlık söğütlerde, suları şıpırdatarak kürek çekiyorlardı. Tombazların demir gövdelerine vuran sular kuş cıvıldamalarına benzeyen sesler çıkarıyordu.
Bir Şaka
Konya Hapishanesi’ne ilk girdiğim gün Cavit Bey’le tanıştım. Beni ihtilattan menederek6 başgardiyanın yattığı odaya kapamışlardı. Gece olunca nöbetçi gardiyan kapımı açarak beni yukarıya, “yüze gelen mahpuslar” koğuşuna götürdü.
Gaz lambalarının asılı durduğu duvarların kenarlarındaki minderlere oturarak yavaş yavaş konuşan, mangalları karıştıran, fasulye ayıklayan, Kur’an okuyan mahpusların arasından geçerken hepsi süratle yerlerinden kalkıyorlar, “Geçmiş olsun beyim!” diye mırıldanıyorlardı.
Gardiyanla beraber ufak bir odaya girdik. Burada dört beş kişi vardı. Kapı açılınca “Şırrak!” diye bir tavla kapandı. Fakat oyuncular gelenin köse gardiyan, yani ahbap olduğunu görünce tavlayı telaşsızca bir kenara koydular. Ötekiler duvar kenarında yığılı duran ve üstleri birer halı ile örtülen yataklara yaslanmışlardı. Gözleri yarı kapalı, düşünüyorlar veya düşünmüyorlardı. Köşede, bir mangalın başında, saçları makine ile kesilmiş, çok zayıf bir adam oturuyor, çay demliyordu. Gözleri küllü ateşte, hafif hafif sallanırken dudakları da kımıldıyor gibiydi. Yaşı otuz beş sularında olabilirdi. Bizi görünce odadakilerin hepsi ayağa kalktılar. “Geçmiş olsun, buyurun şöyle…” diyerek yer gösterdiler. Kim olduğumu söylemeye hacet yoktu. Hepsi haber almışlardı.
Çay demleyen adamın yanına oturduk. Bu adam Cavit Bey’di.
Bu Cavit Bey Adapazarı taraflarında bir yerde muhasebe-i hususiye7 memuru iken bacanağını vurmuş. Neden vurduğu pek belli değil. Sinirli bir adam olduğu için ihtimal birden bir parlama neticesinde bunu yapmış. Galiba karısını bacanağından kıskanıyormuş. Aradan sekiz sene geçtiği ve Cavit Bey Konya’ya gönderileli ancak altı ay olduğu için işin esasını öğrenmek kolay değildi. Yalnız dışarıda iken pek huysuz, kavgacı, rakıya düşkün olduğunu söyleyenler vardı. O zaman on beş sene vermişler. Karısı ve şimdi on dört yaşlarında olması icap eden bir oğlu, o vakadan sonra kendisiyle bütün alakayı kesmişler.
Cavit Bey bunlardan hiç bahsetmezdi. Hatta onun hapishanenin dışında da yaşamış olduğunu tahmin etmek güçtü. O burada hapishanenin taşlardan, demir parmaklıklardan, candarmaların mavzerlerinden ayrı olan maneviyatını, ruhunu yaşatıyordu. Doğrudan doğruya hapishanenin manevi tarafıydı.
İlk günlerde bana baş ucundaki rafımsı yerden aldığı el yazması bir kitaptan Tur Dağı’na, Hallac-ı Mansur’a, Münkir, Nekir’e dair yerler okurdu. Kitabın koyu vişneçürüğü ile kahverengi arasındaki meşin cildi kurt yeniği içinde ve dökülmek üzere idi. Kabın iç sayfalarında acemi yazılar, içi esrarlı çizgilerle dolu daireler, vezni bozuk beyitler vardı.
Onun eski hayatı hakkında duyulanlara inanmak güçtü. Akşamları az ateşli mangalın başında hafif hafif sallanan, gayet yavaş sesle konuşan, kendisine bir şey söylendiği zaman ilk önce anlamayarak insanın yüzüne saf bir gülümseme ile bakan, sonra bir cevap verebilmek için gözlerinin kenarını buruşturup alnını gererek kendini zorlayan bu adamı başka türlü, mesela rakı masası başında tasavvur etmek elden gelmiyordu.
Mahpuslar yalnız paralılara ve zorbalara itibar ettikleri hâlde Cavit Bey’e merhametle karışık bir hürmetleri vardı. Bazen istidalarını ona yazdırıp beş on kuruş verirlerdi. Hiçbir yerden on parası gelmeyen ve devletin verdiği bir tayına kalan bu adama hâli vakti yerinde mahkûmlar para, erzak vererek yardım ederlerdi.
Bu da onlara, akşamları gene o hafif sesiyle dinî ve mistik dersler verirdi. Ve onlar bu karmakarışık ve içine Arapça cümleler serpiştirilmiş СКАЧАТЬ
6
İhtilattan menetmek: Bir tutukluyu yakınları veya başkalarıyla ilişki kurmaktan alıkoymak. (e.n.)
7
Muhasebe-i hususiye: Özel muhasebe; eskiden il özel idarelerine verilen ad. (e.n.)