İSMET: “Zavallı dadıcığım!”
GÜLNİHAL: “Gözlerimi açtım ki kendimi gemide, elimi ayağımı zincirde buldum. Meğer, beyimin canına kıyan melunlar beni de esir diye cellat suratlı bir herife satmışlar. Denizin dalgaları gemiye doğru yığılıp geldikçe sanki bir mezarlık yerinden oynamış da beni içine almak için çalkana çalkana üzerime atılıyordu. O mezarlar gönlüme, beyimin kucağından, cennetin köşelerinden daha sevgili görünmeye başladı. Mademki beyim mezarda idi, zihnimde ölmekten başka bir arzu bulamadım. Mademki dünyada beyimle beni aynı hâle getirebilecek bir tek ölüm kalmıştı, kendime en yakın ölüm olarak denizi buldum. Ellerimdeki zinciri dişimle kemirmeye başladım. Ben ne kadar çırpındım, ne kadar çabaladımsa esirciler de o kadar dövdüler. Öyle zamanlar oldu ki dayak altında ölmeyi de canıma minnet bildim. Onlar dövdükçe çırpınmaktan, çabalamaktan geri durmadım. Nihayet eziyetten takatim kesildi, vücudumun zayıflığı canımda da kuvvet bırakmadı. Kâh ağladım kâh bayıldım kâh kendimi kaybettim. Nihayet eziyetten eziyete, dayaktan dayağa, hakaretten hakarete, beladan belaya düşerek buralara kadar geldim. Dünyanın bin türlü felaketi, gönlüme bir katılık getirmişti, içimdeki yaralar gide gide kabuk tutmaya başlamıştı. Hamur durdukça nasıl ekşir, göğerirse vakit geçtikçe gönlümde olan kader de öyle tabiatını değiştirmiş, bütün bütün kine, intikama dönmüştü. Elimden geleni yaptım, konağa satıldığımın on beşinci günü beni buraya getiren esircinin gözümün önünde boynunu vurdurdum.”
İSMET: “Ah, zalim! O zavallıdan ne istedin?”
GÜLNİHAL: “Ne mi istedim? Kızım, sen esirci nedir bilmezsin. Elinde iken o kadar eziyet altında idim ki yedi ay, kendimi öldürmeye bile meydan bulamadım. Sebep olup da döktürdüğüm kan yok mu? Her gün benim gözümden alev damlaları dökülüyordu, yine o kanın -soğuk cehennemin dereleri gibi- bir dakika buzu çözülmezdi. Her gün benim ağzımdan ateşler saçılırdı, yine o kan, o pis herifin damarlarında -mercan dalı gibi- taş kesilir, dururdu. Bilmezsin, düşman kanı -kızgın kızgın köpükler saçarak- adamın ayağına doğru döküldüğü vakit, ne kadar lezzetli seyrolunur! Allah, yine de o lezzeti sana bildirmesin! İnsan bir kere kana alıştı mı gönlünün her pasını kanla yıkamak istiyor… İşte ben… Ben esirciyi öldürttükten sonra -cadı gibi- insan kanı görmekten, insan leşi koklamaktan başka bir şeyden lezzet almaz oldum. Paşalık makamı Kaplan’ın babasında iken haremde kan dökülecek işlere benden ziyade sırdaş kimse yoktu. Buraya geldiğime bakma. Geldimse dayının ölümünü hazırlamaya geldim!”
İSMET: “Demek dayımın ölümüne sen sebep oldun, öyle mi?”
GÜLNİHAL: “Ah! Dayın beni dinlese, benim sözümle iş görseydi, bugün Kaplan’ın yerinde otururdu! Hiç, ben dayının ölümüne sebep olaydım, annen bir tanecik kızını benim elime teslim eder miydi? Rahmetli, dikkatli bir hanımdı. İki günün içinde, gönlümün perdelerini birer birer açmış gibi asıl yaradılışımı anladı. Hainliğimin sonradan gelme olduğunu da bildi. İnsanın bazısında bir hâl olur: Aslanın yanına gitse av köpeği gibi kendi hükmü altına alır da kulağını çeker, üstüne biner. Hani geçen sene buraya gelen delikanlı gâvuru unuttun mu? Aslanları nasıl zapt ediyordu? İşte, annende de öyle bir hâl vardı. Yüzüme mahzun gözleri ile baka baka gönlümdeki yaralar bütün bütün kurumaya başladı. Yaradılışım yerinden oynadı, gönlüme mutlaka bir muhabbet lazım oldu. Ben, beyimden sonra kimseyi sevmek mümkün olmaz sanırken anneni sevmeye başladım. İnsan bir belaya düştüğü zaman imdadına bir melek yetişse onu ne kadar severse ben de anneni o kadar severdim.
Annenin hizmetine girdiğim zaman gönlüm hem kendi yanar hem de dünyayı yakar bir cehennem gibi idi. O ateşleri hep annen söndürdü. Gönlümden o azapları hep annen kaldırdı. Biçare kadın! Ben beyimi andıkça o, sabah bulutu renginde mavi gözlerinden çiy taneleri gibi yaşlar dökerdi. Vücudum, kıştan kurtulmuş ağaç gibi yeniden can bulurdu. Bilir misin insana, hâline ağlar bir adam görmek ne büyük tesellidir?”
İSMET: “Benim merhametli anneciğim, benim zavallı dadıcığım! Annemi Allah aldı ise ben duruyorum, ben de senin için ağlarım.”
GÜLNİHAL: “Çocuk! Benim için değil, senin dünyada hiçbir şey için ağlamanı istemem. Tek benim ciğerlerim parça parça olsun gözlerimden dökülsün de senin gözünden bir damla yaş akmasın.
İsmet, bilmezsin ki seni nasıl severim! Ben daha memleketimde iken Allah’ımdan senin gibi şahin gözlü, âşık bakışlı, şafak yüzlü, seher gülüşlü, gonca ağızlı, bülbül sedalı bir çocuk dilerdim. Bu ümidimi, beyime olan muhabbetimden, zihnimden bir dakika bile ayırmazdım. Annenin ağzından çocuğu olacağı sözünü işittiğim vakit, gönlümde ne kadar his varsa yerinden oynadı, ümitlerim tazelendi. Daha sen ananın karnında iken zihnimi bütün bütün hayalin bürüdü. Ah, ecel beyimle aramızı ayırmayaydı, benim de o vakit bir çocuğum olabilirdi. Allah seni verdi. Bizim annenle zati vücudumuz iki ise kalbimiz birdi. Kendi kendime derdim ki: ‘Hakk’ın bize bağışladığı küçük meleğe annesi karnını beşik yapıyorsa ben de kucağımı salıncak yaparım. Hanım süt verecekse ben de can veririm!’ Gonca tomurcuğu gibi dünyaya geldin, önce benim nefsimle açıldın, önce benim yüzüme güldün. Bu hainler dayını kapıp da annen kederinden humma ateşleri içinde yana yana ahirete gittikten sonra sen de ölürsen ben bu dünyanın azabını nasıl çekerdim? İki gözünden mahrum olup da yalnız hayal ile yaşayan biçareler gibi, beyimle annenden ayrılalı yalnız senin için yaşıyorum.
İsmet! İsmet! Bana bir günah işlemeyi emretme! Billahi, onu da yaparım! Seni dünyada rahat yaşatmak için ahirette cehennemden hiç kurtulmamayı göze alırım. Ahdim var: Seni hiçbir şey için mahzun etmemeye, sana hiçbir vakit bela yüzü göstermemeye çalışacağım! Annen ölürken baş ucunda yemin ettim. Allah’ın kılıcı üstümüzde, Azrail’i yanımızda idi. Bir kere düşün, öyle yemin nasıl tutulur!”
İSMET: “A, dadıcığım! Hem ‘Seni mahzun etmeyeceğim!’ diyorsun hem de akşamdan beri ağzında ölümden, ayrılıktan başka bir şey yok. Ölümü öyle tasvir ediyorsun ki insan mezardan çıksa o kadar iyi bilmez. Muhabbeti öyle tarif ediyorsun ki uyanık zamanında gönlümün dili olsa o kadar tesirli söyleyemez. Bütün sinirlerim yerinden oynadı. Şimdi bey de gelecek… Beni bu hâlde görürse ne der.”
GÜLNİHAL: “Bey mi gelecek? Ya Rabbi, sen hâlimize merhamet et! O, eceline âşık olmuş, Azrail’i kovalayıp duruyor!”
İSMET: “Kadın, niçin böyle uğursuz uğursuz sözler söylüyorsun?”
GÜLNİHAL: “Ah, çocuk! Sen, hâlâ bu dünyayı seyir yeri zannediyorsun. Muhabbet gönlünü sarmış, gözlerini bürümüş… Ne tarafa baksan gülecek, eğlenecek şeyler görüyorsun. Muhtar Bey tıpkı aslan yaradılışında. Karşısındakinin yılan olduğunu hiç düşünmüyor. Üzerine salına salına gidiyor. Yılan, aslanla pençeleşmeye gelmez; uzaktan üstüne atılır, beline sarılır, kemiklerini kırar!
Kızım, konakta Muhtar’ın sözü geçiyor. Adına ‘Fukara Babası’ diyorlar. Bu hainlerin beyninde fukara babası, ‘ölümüne karar verilmiş adam’ demektir, biliyor musun? Sen konağa gittikçe oradakilerin yüzü gülüyor, lakin güldükçe yüreklerindeki zehir dudaklarından dökülüyor. Onu ben görürüm. Ah, bir türlü size meram anlatamayacağım. Muhtar da dayın gibi kendini telef СКАЧАТЬ