Название: Köle, Savaşçı, Kraliçe
Автор: Морган Райс
Издательство: Lukeman Literary Management Ltd
Жанр: Героическая фантастика
Серия: Tahtlar ve Zafer
isbn: 9781632917980
isbn:
“Gerçekten mi?” diye sordu. “Neden?”
“Bilmem.” Omzunu silkti. “Öyle hissediyorum.”
Fakat biliyordu. Kardeşlerinden, şehirdeki tüm çocuklardan çok daha iyi biliyordu. Ceres’in bir sırrı vardı: bu sırrı kimseye söylememişti, bazı zamanlar bir erkek gibi giyinip sarayda eğitime katılıyordu. Kızların savaşçıların yöntemlerini öğrenmeleri, eğer karşı gelirlerse ölüm cezası karşılığında, krallık emriyle yasaklanmıştı ancak halkın erkek çocuklarının, antrenmanda çalıştıkları süre kadar saray ahırlarında çalışmaları karşılığında antrenmana katılmalarına izin vardı; Ceres o işi de mutlulukla yapıyordu.
Brennius’u izlemişti ve dövüş tarzından etkilenmişti. Savaşçıların en irisi değildi ancak hareketlerini son derece doğru bir şekilde hesaplayarak atıyordu.
“Hiç şansı yok,” diye cevapladı Nesos. “Stefanus kazanacak.”
Ceres kafasını salladı.
“Stefanus ilk on dakika içince ölür,” dedi lafını sakınmadan.
Stefanus aşikar olan seçenekti, savaşçıların en irisi ve muhtemelen en güçlüsüydü ancak attığı adımlar Brennius’unki ya da izlediği diğer savaşçılarınki kadar hesaplı değildi.
Nesos bir kahkaha patlattı.
“Dediğin çıkarsa sana kılıcımı veririm.”
Belindeki kılıca bir göz attı. Annesi bu şaheser silahı üç sene önce ona verdiğinde Ceres’in neden bu kadar kıskandığını hiç anlayamamıştı. Ceres'in kılıcı babasının çöpe attığı kalıntılardan yaptığı eski bir taneydi. Nesos’un sahip olduğu kılıç onda olsa neler yapmazdı ki.
“Bunu söz olarak aldım biliyorsun,” dedi Ceres gülümseyerek, elbette gerçekte kılıcını asla ondan almazdı.
“Başka bir şey beklemiyordum,” diyerek zorla gülümsedi.
Kollarını göğsünün önünde birleştirdiğinde kara bir düşünce aklına düştü.
“Annem buna izin vermez,” dedi.
“Ama Babam izin verir,” dedi. “Seninle gurur duyuyor biliyorsun.”
Nexos’un nazik yorumu onu hazırlıksız yakalamıştı, bunu nasıl karşılayacağını bilemediğinden gözlerini kaçırdı. Babasını çok seviyordu, babasının da onu sevdiğini biliyordu. Fakat bir sebepten dolayı annesinin yüzü gözünün önünden gitmiyordu. Annesinden tek istediği onu diğer kardeşlerini gibi kabul edip onu sevmesiydi. Ancak ne kadar çabalarsa çabalasın Ceres onun gözünde asla yeterli olamayacağını biliyordu.
Sartes arkalarından son adımı da tırmanırken homurdandı. Hala Ceres’ten bir kafa boyu kısaydı ve tahta kadar cılızdı fakat Ceres bir bambu filizi gibi aniden boylanacağına ikna olmuştu. Nesos’a tam olarak böyle olmuştu. Şimdi kaslı, iri kıyım neredeyse bir doksan boyundaydı.
“Ya sen?” diye sordu Sartes’e dönerek. “Sence kim kazanacak?”
“Sana katılıyorum. Brennius.”
Gülümsedi ve saçlarını okşadı. Her zaman Ceres ne derse onu söylerdi.
Bir gürültü duyuldu, kalabalık artmıştı ve Ceres telaşlandı.
“Hadi gidelim,” dedi, “kaybedecek zamanımız yok.”
Hiç beklemeden Ceres duvardan aşağı indi ve yeri bulup koşmaya başladı. Görünür olan çeşmeye doğru geçip meydanı aşarak hevesle Rexus’a doğru ilerledi.
Rexus, Ceres yaklaşırken gözlerini sevinçle kocaman açtı. Ceres ona koştu ve ellerini beline doladığını hissetti. Hırpalanmış yanaklarını onunkine bastırdı.
“Ciri,” dedi alçak, boğuk sesiyle.
Dönüp Rexus’un saydam mavi gözleriyle karşılaşınca tüyleri diken diken oldu. Bir seksenlik boyuyla ondan neredeyse bir baş uzundu, sarı sık saçları kalp şeklindeki yüzünü çerçeveliyordu. Sabun ve dışarının kokusu sinmişti üzerine. Onu yeniden gördüğü için şükretti. Kendini her türlü durumda koruyacak durumdaydı ama yine de onun varlığı Ceres'e huzur veriyordu.
Ceres ayak ucunda yükseldi ve istekli şekilde kollarını Rexus'un kalın boynuna sardı. Devrimden ve üyesi olduğu bir yer altı ordusundan bahsedene kadar onu sadece bir arkadaşı gibi görüyordu. “Kendimizi baskının dizginlerinden kurtarmak için savaşacağız,” demişti ona yıllar önce. Bir anlığına isyanla ilgili o kadar tutkulu konuşmuştu ki kraliyeti indirmenin mümkün olduğuna gerçekten inanmıştı Ceres.
“Av nasıldı?” diye sordu gülümseyerek, günlerdir burada olmadığını biliyordu.
“Gülümsemeni özledim.” Uzun, altın kızılı saçlarını geriye atıp okşadı. “Bir de zümrüt gözlerini.”
Ceres de onu özlemişti ama söylemeye cesaret edemiyordu. Aralarında bir şey olursa arkadaşlıklarını kaybetmekten korkuyordu.
Arkalarından gelen Sartes, elini uzatıp, “Rexus,” diye seslendi.
“Nexos,” dedi derin otoriter sesiyle. “İçeri girmek istiyorsak az zamanımız var,” diye ekledi diğerlerini kafasıyla selamlayarak.
Hep birlikte Stadyuma doğru ilerleyen kabalalığa karışmak için aceleyle yola koyuldular. İmparatorluk askerleri dört bir yandan bazen sopa bazen kırbaçlarla insanları ilerlemeleri için itekliyorlardı. Stadyuma giden yola yaklaşırken kalabalık artıyordu.
Ceres birden bire dükkanlardan birinin önünde yükselen bir feryat duyunca içgüdüsel olarak sese doğru döndü. İki imparatorluk askeri ve satıcıyla beraber küçük bir çocuğun etrafında açılan geniş boşluğu gördü. O sırada orada olanlardan bazıları uzaklaşırken diğerleri olan biteni izlemeye koyuldular.
Ceres ne olduğunu anlamak için oraya yönelirken, askerlerden birinin çocuğun elindeki elmayı sertçe çektiğini ve ufak kolunu tutarak çocuğu çılgınca tartakladığını gördü.
“Hırsız!” diye inledi asker.
“Merhamet edin, lütfen!” diyerek bağırdı çocuk; kirli çökmüş yanaklarından yaşlar boşalıyordu. “Çok.. açtım!”
Ceres bu çocuk için içinde yanan bir şefkat hissetti, aynı açlığı kendi de yaşamıştı ve askerlerin zalimlikte sınır tanımayacaklarını biliyordu.
“Çocuğu bırakın,” dedi sakince tıknaz satıcı eliyle işaret ederek, altın yüzüğü güneş altında parlıyordu. “Ona bir elma verebilirim, yüzlerce elmam var.” Sanki olayın ciddiyetini ortadan kaldırmak ister gibi kıkırdadı.
Fakat toplanan kalabalık askerler dönüp şıngırdayan parlak zırhlarıyla beraber satıcıyla kaş çatarak bakınca sustular. Ceres’in kalbi satıcı için endişeyle doluyordu, СКАЧАТЬ