Название: CELIL OKER-ÖZEL BASKI-ÇIPLAK CESET
Автор: Celil Oker
Издательство: Автор
isbn: 9789752126381
isbn:
“Değilim,” dedim. Biraz hareket katabilirdim işe. “Akrabası da değilim.”
“Gelin odamda konuşalım,” diyerek koluma girip beni dostça sürükledi Kurtar Toprak.
4. Bölüm
Aynı binanın içinde bir kat yukarı çıktık. Yan yana odaların olduğu bu koridorda kulüp panolarının yerine, bilgisayar çıktılarının yapıştırıldığı resmi duyuru panoları vardı. Kurtar Toprak, dosyalarla tıka basa dolu bir masada MAD okuyan bir kadının yanından geçip odası olduğu anlaşılan kapısı açık küçük odaya yönelirken mizaha düşkün sekretere seslendi:
“Esin, bize iki neskafe lütfen.”
Esin, kahveyi her zaman kendin alırsın, şimdi misafirine hava atmana gerek yok tavırlarıyla MAD’i kapadı.
Oda gerçekten küçüktü. Aslında çok daha büyük olan bir odayı, sonradan kontrplak benzeri bir malzemeyle birkaç parçaya bölüp küçük küçük odalar elde etmişlerdi, onlardan biriydi. Üstelik elde edilen alanı ağzına kadar dolduran dosya ve kitaplarla dolu beş dolap, rektörün eski misafir koltuklarına benzeyen iki koltuk ve yarısını bilgisayar ile yazıcının kapladığı bir masa vardı odada. Sonuçta oda olduğundan da küçük görünüyordu.
Yusuf Sarı’nın aksine kendi koltuğuna oturdu, masanın üstündeki Marlboro Light’tan bir tane ikram etti bana.
“Dışarıda, çocukların yanında içmemeye özen gösteriyorum,” dedi, sanki ben sormuşum gibi.
Sesimi çıkarmadım. Adanalı ya da Tarsuslu ve de İbo’nun amcası olmadığımı nasıl sindireceğini görmek istedim.
Çocuklardan daha açıksözlüydü.
“Polis değilsiniz, değil mi?” dedi.
“Hayır,” dedim.
“O zaman?”
“Eskiden pilottum,” dedim. Eski ya da yeni pilot olmak, sıkıcı bir konuşmayı daha yumuşak götürmeye yarayan tuhaf bir özellikti, deneyle sabitti bu.
“Ve şimdi?” dedi. Yukarıdaki kural her zaman çalışmazdı.
“Bana bazı araştırma işleri verecek birileri çıkıyor her zaman,” dedim.
“Hiç özel dedektif tanımamıştım,” dedi.
“Sayımız öyle çok değil,” dedim.
“İbrahim’i görev gereği arıyorsunuz o zaman?” dedi.
“Amcası Yusuf Sarı, bir haftadır haber alamayınca endişelenmiş. Dün Tarsus’ta yanındaydım. Boğaziçili bir çocuğu aramaya başlamak için en iyi yer Boğaziçi’dir diye düşündüm,” dedim.
“Önce yönetime başvurabilirdiniz,” dedi.
“Kurtar Bey…” dedim. “Aslında İbo’nun ortadan kayboluşunun öyle çok ciddi bir nedene dayandığını düşünmüyorum. Belki bir gençlik kaprisi, ne bileyim, çocukça bir heyecan arayışı. İşi resmiyete dökmek istemedim.”
“Bakın bu tutumunuzu beğendim,” dedi. “Adınız neydi?”
Söyledim.
“Remzi Bey…” dedi. “Ben de ufak tefek anlaşmazlıkları, hadi kabahatleri diyelim, resmiyete dökmeden halletmeyi severim. Bu çocuklar genç… En hafif deyimle kanları kaynıyor.”
“Evet,” dedim. “İbrahim’i bulmam için bana nasıl yardım edebilirsiniz?”
“Bana biraz zaman verin,” dedi. “Çocuklara sorabilirim. Resmi bir soruşturma yapıyor gibi olmadan. Çocukları daha da meraklandıracak bir insan avına dönüştürmeden. Bazı çocuklar… her toplulukta vardır bu… diğerlerinden daha çok şey bilirler. Sonra Kayıt İşleri’ne bir sormak lazım, sömestr izni filan için başvurmuş mu diye.”
“Dersleri iyiymiş anladığım kadarıyla,” dedim. “Ama bu sabahki finale girmemiş.”
“Hiç belli olmaz,” dedi Kurtar Toprak. “Akıllarına eser, sınavlara girmekten daha eğlenceli şeyler bulduklarına inanabilirler. Finallere yakın artar bu eğilim.”
Aklına daha eğlenceli bir şey gelmiş gibi sordu:
“Sevgilisi var mıymış okulda?”
“Amcası olmadığını söylüyor,” dedim.
“Adana’daki amca ne bilir?” dedi. “Burda saat başı değişir bu durumlar.”
Bu Kurtar Toprak’ı sevmeye başlamıştım.
“Çok teşekkür ederim,” dedim. Bir kartımı çıkardım, arkasına araç telefonumun numarasını da yazdım. “Bir şey bulursanız lütfen hemen arayın.”
“Elbette,” dedi. “Siz de bir daha okula yolunuz düşerse önce bana gelin.”
“Bunu unutmam,” dedim. Kurtar Toprak küçük egemenlik alanının sınırlarını korumaya meraklıydı. Haklıydı belki de.
Ayağa kalkıp elini sıktım. Kapıdan çıktığımda mizah seven sekreter Esin bu kez telefondaydı.
“Ayy!” dedi yapmacık bir ifadeyle. “Kahveyi unuttum.”
Kurtar Toprak’ı daha zor durumda bırakmamak için hızla uzaklaştım oradan.
Kantine inen merdivenlerin başındaki demirlere yaslanarak durdum. Çimlerde güneşlenen ahalinin sayısı biraz azalmıştı. Güneş iyice yükseldi, saat yarımı geçiyor, yemek vakti geldi, bir sınav daha başladı dedim kendi kendime. Acaba şu anahtarını İbrahim Sarı’nın getirmediği karanlık oda nerede diye düşündüm. Sonra kilitli bir kapının önünde dikilmek anlamsız geldi. Anahtarı sizde olmayan kilitli bir kapıyı ya açardınız ya da önünde ağlamazdınız.
Önce Hisar’daki eve bir uğrayayım, sonra sıra hastaneleri dolaşmakta diye karar verdim. Polisle başı bir biçimde derde girse, çoktan okula ya da amcasına haber ulaşırdı. Çimle kaplanmış alanı arkamda bırakıp otoparka doğru çıkan yokuşa yürüdüm.
Daha yokuşu yarılamamıştım ki arkamdan heyecanlı bir kız sesi geldi.
“Affedersiniz… Affedersiniz… Bir dakika…”
Döndüm. Askılı, çiçekli uzun bir elbisenin içinde çok güzel bir kız bana doğru sekiyordu yokuşta. Çok antrenmanlı değildi anlaşılan, soluk soluğaydı. Kısacık kesilmiş, kapkara saçları vardı. Dudakları sanki ameliyatla özellikle yapılmış gibi incecikti. Yanıma geldiğinde elindeki dosyayı kendini korumak ister gibi göğsüne yasladı. Birden hatırladım kızı.
“İbo’yu arayan kişi sizdiniz değil mi?” dedi. “Kantinde Meltem’le konuşurken duydum СКАЧАТЬ