İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar. Стефан Цвейг
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar - Стефан Цвейг страница 11

Название: İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar

Автор: Стефан Цвейг

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6486-50-8

isbn:

СКАЧАТЬ isimli gemiyle meşhur olanlar gibi onların da isimlerini bilmemiz gerekirdi, oysa hiçbirinin ismini bilmiyoruz- bu sefere kahramanca cesaret eder. Bu küçük yelkenlinin direğine düşman bayrağı çekilir. On iki adam dikkat çekmemek için Türkler gibi başlarına sarık ve fes takar. 3 Mayıs’ta, gece yarısı limandaki koruma zinciri sessizce gevşetilir ve cesur adamlar karanlıktan yararlanarak hafif kürek sesleriyle dışarı çıkar. Böylece bir mucize olur ve küçücük gemi hiç kimse görmeden Çanakkale Boğazı’nı geçip Ege Denizi’ne geçer. Düşmanları uyuşturan şey her zaman bunun gibi fazla cesarettir. Mehmet her şeyi düşünmüş, sadece bu akla hayale sığmayan, on iki askerin tek bir gemiyle kendi donanmasının arasından geçerek böyle bir Argonot Seferi’ne başlamaya cesaret edebileceği aklına gelmemişti.

      Ancak trajik bir hayal kırıklığı: Ege Denizi’nde tek bir yelkenli bile yoktu. Harekete geçmeye hazır hiçbir donanma da yoktu. Venedik ve Papa, hepsi Bizans’ı unutmuş, hepsi onları ihmal etmiş, küçük kilise politikalarıyla uğraşırken şeref sözlerini ve yeminlerini hatırlamaz olmuşlardı. Bu tür trajik anlar, insanlık tarihinde sık sık tekrarlanmıştır. Avrupa kültürünün korunması için bütün güçlerin bir araya gelmesinin gerekli olduğu durumlarda, kısa süreliğine olsa bile prensler ve hükûmetler, aralarındaki küçük dinî rekabeti unutmak istememişlerdir. Ceneviz için Venedik’i, Venedik için de Ceneviz’i arka plana itmek, birkaç saatliğine birleşerek ortak düşmanla savaşmaktan çok daha önemliydi. Deniz bomboştu. Cesur adamlar, ceviz kabuğu gibi küçük gemileriyle çaresizce bir adadan ötekine kürek çekiyorlardı. Ancak tüm limanlar çoktan düşman tarafından tutulmuştu ve hiçbir dost gemisi bu savaş bölgesine girmeye cesaret edemiyordu.

      Şimdi ne yapmalı? Bu on iki adamın birkaçı haklı olarak ümitsizdi. Neden aynı tehlikeli yolu bir daha geçmeli, neden Bizans’a geri dönmeliydiler? Umut da götüremiyorlardı. Belki bu arada şehir de düşmüştü, geri döndüklerinde her koşulda kendilerini bekleyen ya hapis ya da ölümdü. Ancak -tarihte kimsenin tanımadığı bütün kahramanlar gibi- çoğunluk yine de geri dönmeye karar vermişti. Kendilerine bir görev verilmişti ve bu görevi yapmak zorundaydılar. Onları Avrupalı dostlara haber vermeleri için göndermişlerdi ve şimdi ne kadar can sıkıcı olsa da bu haberi geri götürmeleri gerekiyordu. Böylece bu küçücük gemi Çanakkale Boğazı’nı, Marmara Denizi’ni ve düşman donanmasını tek başına aşmayı göze alıyor. 23 Mayıs günü, yola çıktıklarından yirmi gün sonra, Bizans’ta çoktan kayboldukları haberi verilmişken ve artık kimsenin mesajı veya geri döneceklerini düşündüğü yokken, surların üzerindeki birkaç nöbetçi bayrak sallamaya başlıyor. Zira küçük bir gemi sert kürek vuruşlarıyla Haliç’e doğru ilerlemektedir ve kuşatılmış insanların müthiş sevinç çığlıklarını duyan Türkler hayretler içinde kendi sularından geçen, bu küstahça Türk bayrağı çekmiş geminin bir düşman gemisi olduğunu fark edip onları koruyabilecek limana girmelerinden az önce kayıklarıyla her taraftan çarpmaya başlıyorlar.

      Bir an Bizans binlerce neşe çığlığıyla dalgalanıyor, Avrupa’nın kendilerini hatırladığını ve bu gemiyi sadece haberci olarak önden gönderdiğini zannedip mutlu oluyorlar. Ancak akşam olduğunda kötü gerçek yayılıyor. Hristiyan birliği, Bizans’ı unutmuştu. Kuşatılmış ve yalnızlardı, kendi kendilerini kurtaramazlarsa yok olacaklardı.

      Saldırıdan Önceki Gece

      Altı hafta boyunca neredeyse her gün yapılan çatışmalardan sonra Sultan sabırsızlanmaya başlamıştı. Topları, surların pek çok yerini yıkmış ancak buyurduğu büyük saldırılar hep kanlı bir biçimde geri püskürtülmüştü. Bir ordu komutanı için artık sadece iki olasılık vardı: Ya kuşatmadan vazgeçecek ya da defalarca tek tek yapılan hücumlardan sonra büyük ve etkili saldırıyı başlatacaktı. Mehmet, paşalarını savaş meclisine çağırır ve ateşli arzusu tüm endişeleri yener.

      Büyük ve kesin saldırının 29 Mayıs’ta yapılmasına karar verilir. Sultan, alışılmış kararlılığıyla hazırlıklara başlar. Önce bir dua günü yapılmasını emreder. Birincisinden sonuncusuna kadar yüz elli bin askerin hepsi İslam’ın emrettiği koşulları yerine getirecekler, yedi kere abdest alacaklar ve üç kere büyük duayı, Fetih suresini okuyacaklardır. Şehre kesin darbeyi vurabilmek için ellerinde kalan barutları ve gülleleri, topçu birliğini güçlendirmek için getirtir; birlikler, hücum için dağıtılır. Mehmet, sabahtan gece yarısına kadar, bir saat bile dinlenmez. Atının üzerinde, Haliç kıyılarından ta Marmara Denizi’ne kadar büyük ordugâhı dolaşır; bir çadırdan diğerine gider, uğradığı her yerde komutanlarını ve askerlerini yüreklendirir.

      İyi bir psikolog olarak da bu yüz elli bin insanın savaş isteğini son raddeye nasıl çıkaracağını bilir ve onlara korkunç bir söz verir, bu sözünü onuru ve onursuzluğuyla yerine getirir. Bu sözleri davullar çalıp borular öttürerek her yöne dağılan tellallar duyurur: “Mehmet, Allah’ın, Muhammed’in ve dört bin peygamberin adına, babası Sultan Murat’ın ruhu, çocuklarının başları ve kılıcının üzerine yemin eder ki şehre saldırıdan sonraki üç gün boyunca birliklerine sonsuz yağmalama hakkı verecektir. Bu surların içindeki her şey; evlerde bulunan her türlü eşya ve mal, mücevherler ve değerli taşlar, sikkeler ve hazineler, erkekler, kadınlar ve çocuklar zaferi kazanan askerlerin olacaktır. Kendisi Doğu Roma İmparatorluğu’nun bu son kalesini fethetmiş olma onuru dışında her türlü ganimet hakkından imtina etmektedir.”

      Askerler bu vahşi bildiriyi büyük bir coşkuyla karşılar. Binlerce askerin sevinç çığlıkları ve “Allah Allah” diye haykırışları karşıdaki korku içindeki şehirde bir fırtına gibi eser. “Yağma, yağma!”

      Bu sözler savaş alanı çağrısına dönüşür, davullarla gümbürder, zurnalarla ve borularla birlikte öter ve gecenin içinde karargâh şenlikli bir ışık denizine benzer. Kuşatma altındakiler surların üzerinden, ovada ve dağın üzerinde yanan on binlerce ışığı, meşaleyi ve düşmanlarının borazanlarla, düdüklerle, dümbelek ve teflerle zaferi daha kazanmadan kutlamalarını korkudan titreyerek seyrediyorlardı; durum aynı pagan rahiplerinin vahşi ve gürültülü kurban törenlerine benziyordu. Fakat sonra gece yarısı, Mehmet’in emri üzerine birdenbire bütün ışıklar söner ve binlerce sesten oluşan korkunç gürültü kesilir. Ama bu aniden oluşan sessizlik ve sıkıcı karanlık, tehditkâr kararlılığıyla, korkuyla kulak kabartanları gürültü ve ışıklı çılgın sevinç gösterilerinden daha fazla bunaltır.

      Ayasofya’daki Son Ayin

      Kuşatma altındakilerin, yaklaşan sonlarını anlamaları için ne bir haberciye ne de karşı taraftan kendi taraflarına geçmiş birine ihtiyaçları vardı. Hücumun emredildiğini biliyorlardı; müthiş bir mecburiyetin ve müthiş bir tehlikenin sezgisi, fırtına bulutları gibi bütün şehrin üzerine çökmüştü. Başka zaman görüş ayrılıkları ve dinî tartışmalar içinde olan halk bu son saatlerde birleşir. Her zaman ancak dıştan gelen tehlikeler, dünyevi birleşmelerin müthiş oyunlarını yaratır. İmparator, korumak zorunda oldukları şeyleri; dinlerini, büyük geçmişlerini ve müşterek kültürlerini herkesin anlaması için etkili bir tören yapılmasını emreder. Emri üzerine bütün halk, Ortodokslar ve Katolikler, rahipler ve yardımcıları, çocuklar ve ihtiyarlar bu törene katılır. Hiç kimse evinde kalamaz, zaten hiç kimse de evinde kalmak istemez; en zengininden en yoksuluna kadar herkes sıralar hâlinde, dindar bir tavırla ve ilahiler söyleyerek “Kyrie Eleison”9 duasına katılmak üzere önce iç mahallelerden sonra da dış surların yanından geçen bu tören konvoyuna katılır. Kiliselerden СКАЧАТЬ



<p>9</p>

Hristiyan ayinlerinin önemli bir duasının ortak adı. (ç.n.)