Demir Bey yahut İnkişaf-ı Esrar. Ахмет Мидхат
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Demir Bey yahut İnkişaf-ı Esrar - Ахмет Мидхат страница 13

Название: Demir Bey yahut İnkişaf-ı Esrar

Автор: Ахмет Мидхат

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6485-94-5

isbn:

СКАЧАТЬ Sardunya, İspanya ve Bavyera devletlerinin demirden veyahut mineli ve bir dereceye kadar gümüş yaldızlı dört beş nişanlarından ibaret idiler ki bunların tümü istavroz şeklinde oldukları malumdur. Bir de Fransa’nın Legion D’honneur nişanının dördüncü rütbesinden bir kıta nişanı vardı.

      Bu nişanlar Mustafa Kamerüddin’in o kadar dikkatini çekmediler. Zira onlara nispetle madalyalar daha ehemmiyetli idiler.

      Bu madalyalardan bir tanesi Fransa Kralı Louis Philippe’in cülusu yani Fransa’da Bourbon hanedanının büyük şubesi X. Charles’ın çekilmesiyle son bulan ve küçük şubenin iktidara gelişi üzerine miladi 1830 senesi tarihiyle verilen madalya idi. Diğeri Cezayir işgalini hatırlatmak üzere yine 1830 tarihli bir madalyaydı. Üçüncüsü Telmesan işgali üzerine 1835 tarihinde; dördüncüsü Şayka muzafferiyeti için 1836 tarihinde ve beşincisi de Kostantin Anlaşması üzerine 1837 tarihinde verilen madalyalardı ki, sahibinin Cezayir’de işbu savaşlarda bulunup büyük başarılar elde ettiğini gösteriyorlardı.

      Madalyaların altıncısı 1848’de Louis Philippe’in düşürülmesiyle Fransa’da verildiğini hatırlatıyordu. Yedincisi 1839’da Cezayir’de Demirkapı adıyla meşhur olan savaş madalyası; sekizincisi yine madalya gibi ve 1840 tarihli meşhur Mazağran müdafaası nişanı; dokuzuncusu ise Dük Dumal emriyle Cezayir’de 1843 senesinde vuku bulan ve Ayn-ı Tâceyn muzafferiyetine mahsus madalyalar idiler.

      Bu dokuz madalyayı Mustafa Kamerüddin tarih sıraları ile tertibe koymaya çalıştı. Dolayısıyla 1848 tarihli avam hükûmetinin madalyasının henüz tarih sırası gelmemiş olduğundan ayırdı. Elinde tuttu ve madalyaların kalanlarını da muayeneye başladı ki şimdiye kadar tarif ettiğimiz sıraya göre onuncusu 1844 tarihli ve İzli muzafferiyetini hatırlatıyordu. Mareşal Bogo adına verilen bir madalyaydı. On birincisi 1847 tarihinde Emir Abdülkadir’in nişanı olarak verilen bir madalya idi.

      Madalyaların işbu on iki tanesi tarih sırası ile tertip olunduğu zaman Mustafa Kamerüddin elinde tutmakta bulunduğu madalyayı on ikinci olarak önüne koydu. Sonra madalyaların on üçüncüsü olmak üzere 1851 tarihli bir madalyayı eline aldı ki, sonradan Fransa imparatoru olan Prens Napolyon Bonapart’ın ilk gelişine dairdi. Ondan sonra madalyaların on dördüncüsü malum prensin üçüncülük unvanıyla imparatorluğunu kutlamak ve 1852 tarihiyle kaydedilmişti. On beşincisi ise Mareşal Mac Mahon’un yine bu tarihte Cezayir’in işgali üzerine ona olan itaatini tamamlamasını hatırlatıyordu. Nihayet on altıncısı Kırım Savaşı’ndan sonra Paris Antlaşması için 1856 tarihiyle basılmış bir madalyaydı.

      İşbu madalyaları sıraya koyduğu zaman Mustafa Kamerüddin miladi 1830 senesinden 1856 senesine kadar yirmi altı senelik bir tarihin en önemli olaylarını düzenlemiş oldu.

      Acaba bu madalyaları alan zat hakikaten kendi babası mıydı?

      İşte bu nokta delikanlının en evvel nazarıdikkat ve hayretini çekmeye başlayan nokta oldu. En evvel düşündü ki şu madalyaların gösterdikleri yirmi altı senelik müddet üzerinden bir yirmi beş sene daha geçmiştir ki, o da pederinin Sinop vakasından sonra emekli olup kendi validesinin evliliğiyle geçirmiş olduğu zamandır. Bu hesapça yani 1830 senesinden 1856 senesine ve o tarihten şimdiye kadar tam 51 sene geçmiştir.

      Tam Mustafa Kamerüddin bu hesapta iken validesi:

      “İşte oğlum bunlar bir Müslüman’da bulunacak şeyler değildir ya! Bunların tetkiki ile babanın aslı nesli hakkında şüphen kalır mı? Nefretimde haklı olduğumu teslim edersin ya?” demişti. Buna cevaben oğlunun ağzından:

      “Yok! yok! Hesabımız yanlış!” sözlerini işitince kadıncağız hesabın yanlış olmadığını ve ne olursa olsun zannında, nefretinde haklı olduğunu ispat edecek sözler söylemeye davrandı ise de müteakiben kendisi de anladı ki Mustafa Kamerüddin kendisine hitaben söylememiştir.

      Hakikaten Mustafa Kamerüddin hesabın yanlışlığına dair olan sözleri validesine cevaben söylememişti. Önüne dizdiği madalyaları tetkiki ve düzenlemesi üzerine Mustafa Kamerüddin başka bir hesaba dalmış gitmişti. Hatta ilk sözünde devam ile kendi kendisine mırıldanmak nevinden diyordu ki:

      “Elli bir sene olmayacak! Kırk sekiz, kırk dokuz sene edecek! Çünkü babam Sinop vakasını müteakip emekli edilerek emekliliğiyle beraber validemi de almıştır. Bu ise 1853 tarihine denk geliyor demektir. Paris Antlaşması madalyası ondan üç sene kadar sonra yani 1856’da imzalanmıştır.”

      Feride Hanım oğlunun böyle kendi kendisine mırıldanmasını bir şüphe nazarıyla karşıladı. Mustafa Kamerüddin’in bu hesabı hangi neticeyi getireceğini sabırsızlıkla bekliyordu. Mustafa Kamerüddin ise madalyaların birisini alıp diğerini bırakarak ve kâh bir tarafını kâh diğer tarafını çevirip temaşa ve tetkik ederek hep kendi kendisine mırıldanmak nevinden diyordu ki:

      “İlk madalyadan bugüne kadar kırk sekiz sene geçmiş ise pederim ilk madalyayı aldığı zaman acaba kaç yaşında bulunması lazım gelir? Babam şimdi sekseninde kadar vardır o hâlde…”

      Şu son söz Feride Hanım’ın gayretine dokundu, bir eliyle oğlunun dizini dürterek:

      “Aa! Sekseninde neden olsun? Yetmişinde bile yoktur.” demesiyle Mustafa Kamerüddin güya uykudan uyanıyormuş gibi dalgınlıktan baş kaldırdı. Validesine bir “Ha?” sesiyle izah gönderdi ise de validesinin vermeye başladığı uyarılara asla kulak vermeyerek yine kendi hesabına devama başladı. Hep sayıklarcasına mırıldanarak diyordu ki:

      “Babam şimdi seksen yaşında var ise demek oluyor ki ilk madalya kendisine verildiği zaman otuz, otuz bir, nihayet otuz iki yaşlarında varmış. Huuu! Ne ömür? Ne vukuat? Babam tüm insani faziletlerini tamamlayarak tam da bir kâmil insan olmamış! Bu kadar ömrün tecrübeleri, şu madalyaların gösterecekleri olaylar, insanı bir canlı tarih hükmüne koyar. Her vakadan alınacak ibret, insanın dikkatli nazarını açtıkça açar. Fakat babam şimdiye kadar bizi bu sırlara niçin vâkıf etmemiş?”

      “İşte ben de buna kızıyorum ya! Asıl nefret sebebim bu değil mi?”

      Bu sözü söyleyenin Feride Hanım olduğu aşikârdır. Gerçi Feride Hanım bu sözü oğluna cevap olmak üzere söylemiş idiyse de Mustafa Kamerüddin “Babam şimdiye kadar bu sırra bizi niçin vâkıf etmemiş?” sualini validesine hitaben söylememiş olduğundan kendi nazarında validesinin cevabı tamamıyla hükümsüz kaldı.

      Mustafa Kamerüddin’in şimdiye kadar ettiği hesaplar üzerine düçar olduğu hayret hemen kâfi iken bir de validesi evrak paketini açarak gözü önüne birtakım resimler, kâğıtlar serince delikanlının dalgınlığı, hayreti son mertebeye vardı. Türlü türlü resimler ile süslenmiş olan matbu kâğıtlar şu nişanların ve madalyaların beratlarıydı. Şöyle hızlıca bir göz gezdirdiğinde bunların hepsi Pierre Heyder namında bir zabite verilmiş olduğunu görünce “Heyder mi? Heyder mi?” diye gayet telaşlı bir suretle mırıldanmaya başladı. Güya matbu beratlar üzerinde okuduğu isimleri dosdoğru okumuş bulunmasına kendisinin de şüphesi varmış gibi bunları tekrar tekrar gözden geçirip hatta yanmakta bulunan kandile sokularak o şekilde de muayene ettikten sonra:

      “Evet! Evet! Şüphe yok! Heyder! Ta kendisi!” diye hemen validesinin yanına gelip diğer evrakı da karıştırmaya başladı. Validesi:

      “O Heyder kim oluyormuş? Babanın asıl ismi Heyder mi СКАЧАТЬ