Название: Billur Kalp
Автор: Hüseyin Rahmi Gürpınar
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6486-03-4
isbn:
Malik Tayyar: “Bu sözlerini tasdik ederim… Semih Atıf Bey’i bu konuda avundurabilmek için bizim bu dertlerden büsbütün kurtulmuş olmamız gerekir. Oysa biz bir defa başımıza gelenleri anlatmaya başlasak…”
Nesip İhsan: “Aman sus… Biz bugün buraya dert dinlemeye değil, bir eğlence aramaya geldik…”
Semih Atıf: “Evet… Evet bırakınız aile dırıltılarını… Gazetelere gönderdiğimiz ilanların bakalım ne etkisi olacak? Oltalara güzel, çirkin kaç hanım kız tutulacak?”
Malik Tayyar: “Bakınız size önceden söyleyeyim… En güzeli benim…”
Semih Atıf: “Bu ticarethane benim adımı taşıyor. Onun için gelecek canlı malların sahibi benim… Beğenmediklerimi küçük bir ticaretle size bırakabilirim… Beğendiklerim üzerime kalır…”
Hep gülüştüler. Misafirler saatlerine baktıktan sonra: “İlanın sonucunu anlamak için yarın, öbür gün biz yine buradayız. Bakalım ne eğlenceler çıkacak.”
5
Gazetelere verilen ilanların üzerinden henüz yirmi dört saat geçmemişti. Ertesi günü Mansur Efendi yazıhaneyi açmaya geldiği zaman, sabahleyin erkenden kapının önünde kara kuru uzun boylu bir kadın buldu.
Dalgın ihtiyar, beyefendinin çapkınlığını unutmuştu. Kadından sordu:
“Hanım, ne istiyorsunuz?”
“Burası Koza Hanı değil mi?”
“Evet…”
“14 numaralı kapının önünde bulunuyoruz?”
“Evet, lakin ne bekliyorsunuz?”
“Gazetelerde ilanınızı okudum geldim.”
Mansur Efendi, şimdi birden meseleyi kavrayarak kadının yaşlılığından çok, yoksulluk sıkıntısından yıpranmış; hafif düzgünle10 onarılmasına uğraşılmış zayıf yüzüne; bütün bereleri, pürüzleri ütü ile yapıştırılmış soluk pelerinine dikkatle baktıktan sonra içinden kendi kendine: Vah zavallı, boşuna gelmişsin. Bizim beyefendi kadın arıyor ama beklediği sen değilsin, dedi.
Kadın, bu anlamlı bakışın uyandırdığı şüphe altında biraz sıkılarak: “Yanılıyor muyum? İlan veren siz değil misiniz?”
“İlanı biz verdik. Yanılmıyorsunuz. Lakin biraz acele etmişsiniz… Beyefendi gelinceye kadar bekleyeceksiniz.”
“Kaçta gelirler?”
“Belli olmaz…”
“İlanda saat belirtilmemiş de akşamın şerrinden sabahın hayrını üstün saydım, erken geldim.”
“Başka işleriniz varsa görüp de daha sonra gelseniz iyi edersiniz…”
“Başka işim yok. Sizi rahatsız etmem… Bana lütfen bir iskemle veriniz, dışarıda beklerim…”
Mansur Efendi anahtarla kapıyı açtı. İçeri girdi. Odabaşı her yeri süpürmüş fakat henüz sandalyeleri, ufak tefek eşyayı yerli yerine koymamıştı.
İhtiyar memur odasına yürüdü. Oturacağı yeri düzeltti. Dünden yarım kalmış bir işin incelenmesine koyuldu. Dışarıdaki kadını unuttu. Lakin on beş yirmi dakika sonra kadın yavaş yavaş giriş bölümünden geçip Mansur Efendi’nin kapısından başını uzatarak: “Cüretimi affedersiniz efendi. Başıma çok şey geldi de işimi sağlam tutmak isterim. Yine geçenlerde böyle ilanla çağrılan bir yere geç gittim de orasını düğün evi gibi dolmuş bularak fırsatı kaçırdım.”
İhtiyar adam, herhâlde otuzunu geçkin görünen bu yoksulluk sıkıntılarıyla ezilmiş yüze bir daha dikkat ederek: “Hanım, isterse bin kişi gelsin. Kısmet kimin ise o kabul olunur…”
“Öyle demeyiniz efendi. Şimdiki zamanda kimse işini kısmete bırakmıyor. O ilanları, şarlatanlıkları, propagandaları, didişmeleri, itişmeleri görmüyor musunuz? Bakınız erken geldiğim fena mı oldu? Sizi yalnız buldum. Kimliğimi, iktidarımı, çabalarımı, çalışmalarımı size bir parça anlatayım. Gerçeği öğrendikten sonra, buraya yüz kadın müracaat etmiş olsa içlerinden beni tercih edersiniz…”
Mansur Efendi’nin kılları uzamış kırçıl kaşları çatıldı:
“Yok hanım, affedersiniz. Dinlemeye vaktim yoktur. Sabahleyin buraya erken gelişim çok acele bir işim olduğu içindir…”
Kadın hemen koltuğunun altından ruganları dökülmüş, yıpranmış küçük bir serviyet11 çıkararak: “Dinlemeye vaktiniz yoksa bir boş zamanınızda gözden geçirirsiniz. Feci hayatımla ilgili evrak, diplomalarım, tasdiknamelerim, takdirnamelerim, tahsinnamelerim hep buradadır. Yazarlığım var, öğretmenliğim var, muhabirliğim var, muhasipliğim var…”
“Pek güzel fakat benim onlarla uğraşmaya hiç vaktim yok hanım… O evrak sizde dursun. Arandığı zaman verirsiniz…”
“Bana bir iskemle olsun lütfetmez misiniz?”
Mansur Efendi, bir iskemle vererek sözü kısa kesmeyi daha uygun buldu. Kadına istediği şeyi uzattı. Oda kapısını itti. İşinin başına geldi…
Kadın, girişte kendisini yalnız bulunca iskemleye oturdu. Önemli evrakı taşıyan serviyetin bir köşesinden bir küçük ayna ponpon, kızıl boya tüpü çıkardı. Hızlı el vuruşlarıyla tuvaletini tazelemeye koyuldu. O aralık dış kapı itildi. İçeri kılıkça birinciden pek düzgün olmayan iki kadın daha girdi… Bunlardan biri, giriş yerini tavanından parkesine kadar çarpık bir bakışla gözden geçirdikten sonra: “Koza Hanı’nda 14 numara… İşte burası… (İlk gelene bakarak) İşte bizden önce bir kadın gelmiş bekliyor…”
Serviyetli hanım, tuvalet araçlarını hemen yine çıkardığı yere tıktıktan sonra, bu sözleri hiç işitmemiş gibi gayet asık bir suratla gözlerini önüne dikti.
Yeni gelenlerden biri:
“Hanım, kime müracaat edeceğiz?”
İlk gelen:
“Ne bileyim ben?”
“A niye bilmeyeceksin? Bizden önce gelmişsin.”
“Önce geldiğime kabahat mi ettim?”
“A ne nobran kadın! Senden adam gibi lakırtı soruyorlar. Niye ters cevap veriyorsun?”
“Bunun tersi yüzü var mı hanım? Ben de sizin gibi buranın yabancısıyım… Ne bileyim?”
“O СКАЧАТЬ
10
Düzgün: Fondöten. (e.n.)
11
Serviyet: Evrak çantası; serviette. (e.n.)