Название: Billur Kalp
Автор: Hüseyin Rahmi Gürpınar
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6486-03-4
isbn:
Malik Tayyar: “Çetin mesele… Bu sözlerinizin ucunun nereye çıkacağını aklım bir türlü kestiremiyor… Karı koca birbirinden şüphelendikleri vakit, mutluluğumuz bozulmasın diye, rastgele önlerine çıkan apaçıklıklara göz mü yumsunlar? Karılarından bıkmış kocaların ve keza kocalarından usanmış karıların bu yolda kendilerine uyar felsefeleri vardır. Kıskanılmak istemezler. Evli oldukları hâlde gönül özgürlüklerini korumaya uğraşırlar…”
Semih Atıf Bey, alaycı bir dikkatle bu felsefeyi dinleyen Saim İzzet’e dönerek: “Haydi oğlum, sen bu ilanı götür, gazetelere ver. Bizim tartışmamıza bakma. Türk işi böyle. En sade şeylerde üçümüzün düşüncesi birbirine uymaz… Bu hâl ya çok bilmeden ya da hiçbir şey bilmemeden ileri gelir…”
Saim İzzet, bir emir çavuşu gibi temenna ile dışarı çıktıktan sonra idarehane sahibi sözüne devam etti:
“Siz, hasta, kıskanç, sinirli bir eşle yaşadınız mı? Bu işkenceyi çekmemiş olanlar bu konuda ağız açmaya yetkili değildirler.”
Nesip İhsan, serçe parmağının ucuyla cigarasının külünü silkerek: “Böyle kadına acımalıdır.”
Semih Atıf: “Ben acıya acıya zakkuma döndüm. Ne yapsan memnun edemezsin. Şimdi kadınların topuna birden lanet ediyorum. Kıskanç kadınlar, haydi böyle diyelim, mağdur hanımlar da kocalarından çok kendi cinslerine gücenmelidirler. Çünkü kocaları baştan çıkaranlar yine kendileri gibi Havva kızıdır. Erkeğin şeytanı kadındır. Buna şüpheniz var mı?”
Bu sırada dışarıdan tık tık kapı vuruldu.
Semih Atıf Bey: “Giriniz…”
Kapı aralandı. İhtiyar Mansur Efendi’nin gözlüklü kuru yüzü görüldü:
“Efendim, hizmetçi kadınla çocuklar geldi…”
Semih Bey bu haberden hoşlanmadı. Vereceği cevabı düşünürken onun müsaadesini beklemeden kapı itildi. Önde iki çocuk, arkada hizmetçi gürültü ile içeri daldılar… Böyle terbiyesizce dalga gibi girişten Semih Bey’in çehresi bulandı. Lakin kalkışacağı azarın boşa gideceğini biliyordu. Bir söylese münasebetsiz sekiz cevap işitecek, misafirlerinin yanında yüzü büsbütün yere düşecekti.”
Mihriban’la Turgut hemen babalarının iki bacağı arasına koştular. Ona daha iyi sarılmak için birbirini itiyorlardı. Semih Atıf Bey, ikisini de alargada tutmaya uğraşarak: “Nedir o? Eliniz bulaşık… Üstüme sürmeyin, ne yediniz?”
Oğlan cevap verdi:
“Çikolata, kuru üzüm, kavrulmuş fındık, pasta, kurabiye, fondan…”
Turgut, bu sabah çerez listesinin geriye kalanını düşünürken Mihriban, kardeşinin unuttuklarını tamamlayarak yardıma yetişti:
“Koz helvası, badem ezmesi…”
Sabırlı görünmeyi istemekle birlikte Semih Atıf Bey’in kaşları çatılarak: “Kâmile Hanım, çocukların midelerini süprüntü küfesine döndürmüşsünüz. Kalkar kalkmaz bunlara bu kadar abur cubur yedirilir mi?”
Kâmile Hanım: “Allah ömürler versin efendim, fukara çocuğu değil ya bunlar… Siz kazanıyorsunuz, elbette evlatlarınız yiyecek… Kimin için çalışıyorsunuz?”
Mahalle karılığından gelme bu hizmetçi Kâmile’nin mantığına itirazdan çıkacak felaketi bilen Semih Bey, dudaklarını ısırarak düşünürken Mihriban babasının öfkesini yenmek için ona bir nane şekeri uzatarak: “Al beybaba ye. Mideye iyiymiş… Kalbe ferahlık verirmiş. Annem söyledi…”
Semih Bey, kendisine sunulan bu nesneyi tiksinti ile geri çevirdi. Fakat Turgut, kız kardeşinin küçük bir küskünlük anından yararlanarak hemen şekeri kaptı, ağzına attı… Kız, sulu sepken ağlamaya başladı.
Semih Bey’in artık dayanma gücü bitmişti:
“Kâmile Hanım, al bunları. Çıkınız dışarıya; beyefendilerle önemli bir iş için konuşacağız.”
Kâmile, kolay kolay aldatılacak dul bir kadın değildi. O, konuşulacak önemli bir işin biraz kokusunu almış gibiydi. Alayını seçtirecek bir gülümseyişle çocukların ellerinden tutup çekerek: “Haydi biz gidelim. Beybabanızın gizli, önemli müzakeresi varmış.”
Hizmetçi kadın kapıya doğru iki adım yürüdükten sonra geri dönerek: “Fakat beyefendimiz, sabahleyin sizi rahatsız edişimizin sebebi var. Az daha bunu söylemeden gidecektik. Bizi hanımefendi gönderdi. Zavallı yine bugün çok rahatsız… Bir başka doktor istiyor… Eskisine artık güveni kalmadı. Eczanenin değiştirilmesini de rica ediyor… Çünkü gelen ilaçların hiç tesiri yok. Bugünlerde zavallıya hiç ilgi göstermediğinizden yakınıyor. Affedersiniz. Size akıl öğretmek haddim değildir ama karınızın sağlık durumunun da önemce burada müzakere edeceğiniz işten aşağı kalmaması gerekir, sanırım…”
Semih Bey, bu karıyı kalkıp hemen orada tepelemek için yüreğinden kaynayan isteğe uyamadığından dolayı morararak: “Haydi… Haydi gidiniz. Ben yapacağımı bilirim…”
Karı, anlamlı bir bakışla beyi ve misafirlerini süze süze çocukları ellerinden çekerek dışarı çıktı.
Semih Atıf Bey, büyük bir soluk boşalttıktan sonra:
“Beyefendiler, bir ayda kaç doktor, kaç eczane değiştirildi biliyor musunuz? Gidip Lokman’ı mezarından kaldırsak boşunadır. Bizim hanım iyi olmaz… Çünkü hastalık onun eğlencesidir. Müstebit, densiz bir kadındır. Hastalık bahanesiyle etrafı kasar kavurur… Bizim dinimizde, şeriatımızda boşamak vardır. Fakat ben bu canlı belayı bırakamam. Ona türlü bağlarla bağlıyım. Kimi kez şeriatın müsaade ettiğine başka engeller izin vermez. İşte ölünceye kadar birbirimizin işkencesi içinde yaşayacağız.”
İki misafir, idarehane sahibinin aile felaketinden üzülmüş görünerek dalgın, düşünceli dinliyorlardı.
Semih Atıf devam etti:
“Hizmetçi diye şimdi buraya gelen mahalle karısını gördünüz. Ben ona karışamam, o bana karışır. İşte ben bu Tanrı belasını evimden kovamam. Çünkü koruyucusu bizim hanımdır. Kendisi böyle hizmetçi ister. O sıfata müstahaklarla geçinemez… Bu karı, eşimin eli, ayağı, casusu, hafiyesi, akıl hocası, her şeyidir. Terbiyeli kadınların, değerli mürebbiyelerin hiçbiri bizim evde üç günden fazla yaşamaz… Kaç tane, kaç tane değiştirdik! Sonunda, böyle mükemmel terbiyelileriyle kaynaşamayacağını anladım, umudu kestim. Her şeyi yüzüstü bırakarak tabiatına terk ettim. İşte çocuklar, şimdi gördüğünüz gibi arsız, terbiyesiz oldular…”
Malik Tayyar Bey, arkadaşını СКАЧАТЬ