Название: Viyana Dönüşü
Автор: M. Turhan Tan
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-95-2
isbn:
“İşte…” dedi. “Şurada, şu önünde bulunduğumuz yüksek noktada hünkârın otağı kurulu idi. Yıl 935. Ay zilkade. (20 Temmuz 1529) Sıcak bir gündü. Zapolya, altı bin atlı ile ayak öpmeye gelmişti. Sadrazam onu elli yeniçeri ve elli süvari ile karşıladı, hünkârın yanına götürdü. Otağın iç tarafında saray ve ordu ağaları sıralanmışlardı. Arkalarında silahlı solaklar, çavuşlar ve müteferrikalar duruyordu. Dışarıda yeniçeri alayları saf saf dizili idi. Onların ilerisinde sipahilerle Rumeli ve Anadolu askeri sağlı sollu yer almışlardı.
Sultan Süleyman Macar Kralı Zapolya’nın otağa girdiğini görünce ayağa kalktı, üç adım ilerledi, elini uzattı. Kral, kendine taç ve ülke ihsan etmiş olan bu eli öpmekle beraber dizüstü geldi, hünkârın ayaklarına yüzünü gözünü sürdü. Sonra verilen işaret üzerine hünkârın sağ tarafında yer aldı, el pençe divan durdu. Üç vezir, İbrahim, Ayas ve Kasım paşalar, solda ve ayakta duruyorlardı.
Hünkâr, hâl ve hatır sorduktan, Şarlken’in kardeşi olup Avusturya tahtını işgal eden Ferdinand’ı da Mohaç’ta bataklığa sürülerek öldürülen Kral Lui’ye yoldaş yapacağını söyledikten sonra Zapolya’ya sırmalı çuhadan dört kaftan giydirtti, Budin’i alır almaz onu Arpatların, eski Macar kralının tahtına oturtacağını vadederek çadırına yolladı.”
Kara Mehmet, bu hikâyeyi dinlerken Erdel Kralı Apafi’nin Sadrazam Köprülü oğlu Fazıl Ahmet Paşa tarafından Uyvar’da nasıl kabul olunduğunu kendisine anlatmış olan Deli Murat’ı hatırladı, gamlı gamlı içini çekti ve elemini avutmak için sordu:
“Zapolya gerçekten Macar iline kral yapıldı mı?”
Evliya Çelebi cevap verdi:
“Budin alındıktan sonra hünkâr sözünde durdu, sekbanbaşıyı Zapolya’nın yanına yolladı, onun eliyle herifi Macar tahtına oturttu.”
“Sekbanbaşı bu iş için küçük gelmez mi?”
“Bir Macar kralı, o zamanlar yeniçeri ağasından küçük görülürdü.”
Erdel kralını bir levent yollayıp ayağına çağırtan Köprülü oğlunu düşünerek Kara Mehmet bu söze hak verdi ve hikâyenin sonunu anlamak istedi:
“Zapolya Macar krallığında çok kaldı mı?”
“Ölünceye kadar. Fakat Nemse kralıyla uyuşmaya çalıştı, Türklerin sevgisini kaybetti. Kellesi tehlikede iken ecel imdadına yetişti, cellat satırından kurtulup rahat döşeğinde can verdi. On beş günlük bir çocuk bırakmıştı. Sultan Süleyman, Budin gibi bir şehri ve Macar ili gibi bir ülkeyi süt emen bir çocuğa bırakamazdı, onun için Budin’i Türk sınırı içine aldı, Zapolya’nın oğluna Erdel hanlığını verdi.”
Kara Mehmet, bir emirle krallıklar deviren, dilediğine tahtlar bağışlayıp dilediğini tahtsız bırakan eski devir hükümdarlar ile avdan başka bir şey düşünmeyen şimdiki hünkâr arasında zihnî mukayese yürütüyor ve Türk gücüne dayanmayı, o güçle en güç işleri başarmayı bilen eskilerin yerinde Avcı Mehmet gibilerin yaşamasını bir felaket sayıyordu. Gerçi o günün vezirleri de Erdel krallarına ayak öptürüyorlardı. Lakin beri taraftan Nemse kralına elçi yollayıp sulh istiyorlardı. Demek ki devir değişmişti, Türklüğün şerefi, artık tavşan avlamak zevkine feda ediliyordu. Bu yakışıksız davranışa karşı gelmek, hiçten sebeplerle kanları dökülen Deli Murat gibilerin de öcünü almak gerekti. Kara Mehmet, Evliya Çelebi’yi dinlerken gene bu noktaya zihnini kaptırdı fakat sustu.
Kafile Mohaç’tan Botaszek’e geçti, sonra Szegzard Suyu’nu aşarak o adı taşıyan köye ulaştı, oradan Bintil, Besnyoe yoluyla Kolavar’a vardı. Evliya Çelebi, eski Viyana seferine gidilirken bu konak yerinde Sadrazam İbrahim Paşa’ya seraskerlik beratının verildiğini anlattı. Sultan Süleyman vezirine bu unvanı verirken üç milyon akçe de yıllık tahsis ediyordu.33
Kara Mehmet, bir adama yılda bu kadar para verilmesini çoğumsamış ve gece yarısından sonra çergesine çekilip Gülbeyaz’la baş başa kalınca düşüncesini ona da söylemişti. Kadın, Osmanoğulları’nın parayı nasıl israf ettiklerini herkesten iyi bilenlerdendi.
“Aman yiğidim…” dedi. “Bunda şaşılacak ne var? Şimdiki hünkâr, bir sülün vurup getirene yüz altın veriyor, Vezir İbrahim Paşa, senin dediğine bakılırsa ülkeler almış bir adam. Ona verilen parayı niçin çok görmeli?”
Kara Mehmet, eski devir yeniçerilerinin -ortalama- bin akçe yıllık aldıklarını ve şu hesaba göre İbrahim Paşa’ya üç bin yeniçeriye verilen yıllık kadar para bağlandığını söylemek istedi. Fakat Gülbeyaz, aşk konuşulacak bir yerde, geçmiş günlerin muhasebesiyle uğraşılmasını hoş bulmadı, zarif bir tebessümle bütün o hesapları altüst ettikten sonra kıvrak bir ziya gibi süzüldü.
“Yiğidim…” dedi. “Kuşkulanıyorum.”
“Neden?”
“Ana olmaktan!”
Onların İstanbul’dan ayrıldıkları tarihten beri tam yetmiş gün geçmişti, evlendikleri günlerin sayısı ise doksanı buluyordu. Gülbeyaz, kadın kara cümlesiyle34 günleri, haftaları, ayları hesaplayarak ve müspet alametlere dayanarak böyle zevkli bir şüpheye kendince hak buluyordu. Fakat Kara Mehmet’e bu hesap, Sultan Süleyman’ın veziri İbrahim Paşa’ya verilen üç milyon akçe yıllığın muhasebesini yapmaktan daha karışık göründü ve karısının kanaatine iştirak edebilmek için uzun uzun düşünmek zorunda kaldı. Netice, Gülbeyaz’ın kuşkusunu doğruya çıkarıyordu. Bu bakımdan Kara Mehmet, derin bir sevinç duymakla beraber kaşlarını çatıklıktan kurtaramıyordu. Çünkü Aygut adı altında yaşayan Gülbeyaz’ın dişiliğini belli etmemek uğrunda çektiği sıkıntılar, şimdi on kat ziyadeleşecekti. Bir ay, iki ay, yeni vaziyeti de hissettirmemek belki mümkündü. Lakin kadının bedenî bir nispetsizliğe bürünerek yarı semiz, yarı zayıf bir durum alması üzerine ne yapılacaktı ve başta elçi paşa olmak üzere kafile halkına ne denebilecekti?
Kara Mehmet, bunları düşünürken Gülbeyaz bahtiyar bir hülya içinde gelecek günlerin zevkini terennüme çalışıyordu.
“Bilsen…” diyordu. “Ne kadar seviniyorum. Sarayda bir şehzade doğurmaktan şu çergede sana bir oğul doğurmak çok daha tatlı bir şey. Çünkü şehzadelerden iğreniyorlar, senin gibi yiğitlere imreniyorlar. Ben bunu, senin üzerinde dolaşan erkek gözlerinden anlıyorum. Herkes sana saygı ile bakıyor. Hâlbuki hünkârın çocuklarını şuraya buraya taşırlarken kimsenin dönüp baktığını görmedim.”
Kara Mehmet’in bu geceden sonra gözü yoldan, yolculardan ve hatta canı kadar sevdiği atından ayrılmıştı, karısının beline bağlı kalmıştı. Onun gün başına biraz daha semireceğini düşündükçe yüreği hopluyor ve içine bir eriyiş geliyordu. Yol da büyülü bir şerit gibi uzayıp gidiyordu. Böyle sonu bilinmeyen bir yolculuğun hangi merhalesinde beşik kuracak ve yavrusuna nasıl bir vaziyette ninni söyleyecekti?.. Mert sipahi bu mülahazalarla âdeta hasta bir hâl alıyordu. Yalnız bir teselli noktası vardı: Gülbeyaz’ın analığa namzet olduğunun henüz Bülbül Hatun tarafından da anlaşılmaması!.. СКАЧАТЬ
33
Bu berat münasebetiyle şu dikkate değer fıkrayı yazalım:
“İbrahim Paşa beratta has tayin olunan üç milyon akçeyi (bugünkü rayiçle altı yüz bin lira) azıksanarak Fatih Sultan Mehmet kendi veziriazamı Mehmet Paşa’ya dört milyon vermiştir. Bana da öyle verilse deyince Sultan Süleyman ‘Onlar İstanbul’u almışlardır. Daha ziyade ihsan etseler caizdir.’ cevabını verdi. İbrahim Paşa ‘Budin de bir payitahttı.’ diyecek oldu. Hünkâr, yüzünü ekşitti: ‘İstanbul hâlâ payitahtımızdır, başka şehirlere kıyas edilemez. Hem bizim onlara benzemeye çalışmak ne haddimiz?’ diyerek bahsi kapadı.” (Peçevi, c. I, s. 124 ve 130.)
34
Kara cümle: Aritmetikte dört işlem. (e.n.)