Название: Dünya’nın Merkezine Seyahat
Автор: Жюль Верн
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6485-57-0
isbn:
“Peki, öyleyse…” diye başladım, “Saknussemm’in cümlesinin tamamen açık olduğunu ve kuşkuya yer bırakmadığını kabul ediyorum. Ayrıca belgenin her açıdan özgün göründüğünü de kabul etmeliyim. Bu bilge filozof, Sneffels’in dibine indi, temmuzun ilk günlerinden önce Scartaris’in gölgesinin bu kraterin üzerine düştüğünü gördü, belki de kendi zamanında Dünya’nın merkezine inen bir krater hakkında anlatılan hikâyeleri işitti ama iş oraya kendi başına ulaşmaya ve bu yolculuğa göğüs germeye, gittiyse bile geri dönebilmeye gelince… Bence imkânsız, bunu asla ama asla yapmadı.”
“Neden sence?” diye sordu amcam alay edercesine.
“Tüm bilimsel kuramlar böyle bir yolculuğun gerçekleşemeyeceğini söylüyor.”
“Bilimsel kuramlar öyle mi söylüyor?” diye alçak gönüllü bir tavırla sordu. “Ah bu sinir bozucu teoriler! Bu teoriler bize nasıl engel olacaklar?”
Benimle eğlendiğinin farkındaydım ama devam ettim:
“Evet, dibe inerken sıcaklığın her 70 fitte bir derece arttığını herkes bilir. Bu değişmez gerçeği göz önüne alırsak, Dünya’nın yarıçapı 1.500 fersah olduğuna göre, merkezdeki sıcaklık 360.032 dereceyi aşar. Yani Dünya’yı meydana getiren her madde, böyle bir ısı altında akkor gaz hâlindedir. Çünkü altın ve platin gibi ısıya en dayanıklı metaller ve en sert kayalar bile böyle bir ısı altında ne katı ne de sıvı hâlde kalabilirler. Demem o ki böylesine bir yerden nasıl geçileceğini sorgulamak için gayet iyi sebeplerim var.”
“Yani Axel, seni rahatsız eden şey ısı mı?”
“Elbette. Otuz millik bir derinliğe ulaşırsak, yer kabuğunun sınırına varmış oluruz ki orada sıcaklık 2.372 derece olmalı.”
“Yoksa ergimekten mi endişelisin?”
“Sizin cevaplamanızı yeğlerim.” dedim sinirle.
“İşte cevabım!” diye karşılık verdi amcam o tepeden bakan ifadesini takınarak, “Yarı çapının sadece on iki binde birini bildiğimizden, ne sen ne de başkası yani hiç kimse yer kabuğunun içinde ne olduğunu tam olarak bilmiyor. Bilim gün geçtikçe yetkinleşiyor ve her yeni kuram hızla bir başka kuram tarafından çürütülüyor. Fourier’ye kadar, gezegenin etrafındaki hava sıcaklığının dıştan içe doğru azaldığına inanılmamış mıydı? Ayrıca hava katmanlarının en üst kısımlarında, en düşük sıcaklığın sıfırın altında kırk derece olduğu da bilinmiyor mu? Neden iç ısı için de aynısı geçerli olmasın? Neden en ergimeyen metalleri bile eritecek bir ısıya ulaşmak yerine, belli bir derinlikte sabit kalıyor olmasın?”
Amcam varsayımlara göre konuştuğu için, doğal olarak söylenecek bir şey kalmıyordu.
“Peki, sana Poisson’ın da aralarında olduğu gerçek bilginlerin, yerkürenin içinde iki yüz bin derecelik bir ısı olsaydı, kabuğun, ergiyen maddelerin çıkardığı gazların basıncına dayanamayıp buharın etkisiyle patlayan bir kazanın iç çeperi gibi havaya uçacağını kanıtladıklarını söylesem?”
“Bu Poisson’ın fikri amcacığım, başka bir şey değil.”
“Kabul ama birçok değerli jeolog da aynı fikirde. Onlara göre, yerkürenin iç kısmı, ne gaz ne su ne de bilinen bir ağır maddeden oluşmaktadır çünkü böyle bir durumda ağırlığı şu andaki kadar olmazdı.”
“Tabii ki sayılarla her şey kanıtlanabilir!”
“Gerçeklerle de! Dünya’nın yaradılışından bu yana, volkanların sayıca azaldığı bir gerçek değil midir? Ve eğer bir iç ısı varsa onun da azalmakta olduğu sonucuna varamaz mıyız?”
“Sevgili amcacığım, varsayımlarla konuşmaya başlayacaksan sizinle daha fazla tartışamam.”
“Ama belirtmem gerek ki en saygın isimler benim bu düşüncelerimi desteklemişlerdir. 1825 yılında tanınmış kimyacı Humphry Davy’nin yaptığı ziyareti hatırlıyor musun?”
“Pek sayılmaz, çünkü o tarihten on dokuz yıl sonra dünyaya geldim.”
“Şey, Humphry Davy, Hamburg’dan geçerken bana uğramıştı. Daha başka birçok konunun yanı sıra, Dünya’nın içindeki çekirdeğin sıvı olması varsayımını da uzun uzun tartıştık ve bilimin henüz açıklayamadığı bir sebepten ötürü sıvı olmadığı kanaatine vardık.”
“Neymiş peki bu sebep?” diye sordum şaşkınlıkla.
“Çünkü bu sıvı kitle, okyanuslar gibi ayın çekimine maruz kalacaktı ve günde iki defa iç gelgitlerin etkisinde kalan yer kabuğu düzenli olarak depremlere yol açacaktı.”
“Ama Dünya’nın yüzeyinin bir yanma olayıyla karşılaştığı kesin.” diye cevapladım, “Ayrıca öncelikle dış kabuğun soğuduğunu ve ısının iç kısımlara doğru çekildiğini varsaymak çok akıllıca olur.”
“Tümden yanlış!” diye cevapladı amcam. “Dünya, dış yüzeyinin yanması sonucu ısınmıştır. Dünya’nın yüzeyi su ve ateşle karşılaştığında kendiliğinden yanma özelliğine sahip sodyum ve potasyum gibi birçok metalle kaplıydı. Atmosferdeki su buharı yağmur olup yağdığında, bu metaller alev alıyordu ve yavaş yavaş, sular kabuktaki çatlaklara doldukça, patlamalı ve püskürmeli yangınlara yol açtılar. İşte Dünya’nın ilk zamanlarında yanardağ sayısının bu denli çok olmasının sebebi bu.”
“Gerçekten dâhiyane bir varsayım!” diye belirttim istemeden.
“Bunu bana Humphry Davy oldukça basit bir deneyle göstermişti. Az önce bahsettiğim metallerden yerküremize oldukça benzer bir top yaptı ve üzerine çiy tanesi attıkça küre şişip oksitlendi ve küçük dağlar meydana getirdi, bu dağların zirvelerinde kraterler oluştu ve bunlar püskürmeye başladı. Sonuçta küre öylesine çok ısındı ki elle tutması imkânsız hâle geldi.”
Aslına bakarsanız, profesörün kanıtları beni oldukça etkilemeye başlamıştı. Ayrıca bilindik coşku ve tutkusuyla kanıtlarını daha da inandırıcı kılıyordu.
“Görüyorsun ya Axel…” diye ekledi, “Merkezdeki çekirdeğin durumu jeologlar arasında çeşitli varsayımlara yol açtı. Bu iç ısıyı ispat eden herhangi bir kanıt yok, zaten ben de var olmadığı kanaatindeyim, olamaz da. Ayrıca Arne Saknussemm’in yaptığı gibi kendi gözlerimizle görüp bu büyük soru karşısında neyi doğru kabul edeceğimizi biliyor olacağız.”
“İyi o zaman, görelim.” diye ekledim, onun bulaşıcı coşkusundan etkilenerek. “Evet göreceğiz, tabii orada bir şey görmek mümkünse…”
“Neden olmasın? Bizi aydınlatması için elektrik olaylarına güvenemez miyiz? Hatta merkeze yaklaştıkça basıncın etkisiyle ışık saçmaya başlayan atmosfere de güvenemez miyiz?”
“Evet evet…” dedim, “Bu da mümkün.”
“Bu kesin!” dedi amcam muzaffer bir edayla. СКАЧАТЬ