Название: Pembe İncili Kaftan
Автор: Омер Сейфеддин
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6485-34-1
isbn:
“Ah bu softalar… Asker kaçağı …ler. Hepsini kesmeli…” dedi ve gözlerini kapadı. “İşte hepsi şimdi uyuyor!”
Ben, zavallı defterciğim, yine seni kitaplarımın altından bulup çıkarıyorum. Altı aydır boş duruyordum. İhtimal yine sana tevdi edilecek mühim vakalar hudus edecek. Bir “sui tefehhüm” korkusuyla kimseye, en genç fikirli, en yeni kafa bir arkadaşa söylenemeyecek şeyleri senin bitaraf ve taassuptan ari, pak ve beyaz sahifelerine yazabilir ve müteselli olurum. Yüzlerce sahifelerin doldu. En kanlı ve feci sahneleri sana yazdım. Müteessir olmak için seni okudum. Yaşadıkça benim refikim olacaksın. Öldükten sonra bir mutaassıbın, bir vatandaşın eline geçersen tahkir etmek için, tekfir etmek için beni bulamayacak, belki seni parça parça edecektir!.. Gece yarısı geçti. Artık yatıyorum. Bakalım sabah ne olacak?
....
2 Nisan 1325
Henüz yatmış ve uyumamıştım. Kapı açıldı. Süvari Yüzbaşısı Arif Bey içeri girdi. Bu; şişman, daima şen, alaycı bir arkadaştır. Herkese karşı “Hayatım!” diye hitap eder. Lakabı, “hayatım” kalmıştır. Benim yatağıma doğru yürüdü ve müteheyyiç bir sesle:
“Haydi canım kalk, çabuk!” dedi, “Zabitler kulüpte toplanıyorlar. Müzakere olacak, giyin. Arkadaşları da uyandır. Ben süvarileri uyandırmaya gidiyorum.”
Hemen kalktım. Arkadaşları uyandırdım. Galip kalkamadı. Nöbetçi Zabiti Hasan’la beraber Süvari Beşinci Bölük odasına gittik. Orada zabitlerle beraber kulübe indik. Geceleri kapalı olan kulübün şık ve biraz kibarca salonu aydınlanmıştı. Kapıdan girince soldaki oyun odasında kumandan paşa ayakta duruyor, erkân-ı harbî yanında şifre hallediyordu. Salonda yirmi kadar zabit vardı. Hepsi birbirleriyle konuşuyor, Sultan Hamit’in ismi diş gıcırtıları arasında sık sık geçiyordu. Anladım ki sabahleyin miting akdolunacak, protesto olunacak; redif taburu toplanacak, Hristiyanlardan gönüllü yazılacakmış.
Neler konuştuk… Saatler geçti. Sabahı bekliyorduk. Kimse uyumasını düşünmüyordu. Kapı açıldı. Akil ile belediye doktoru geldi. Çay içtiler. Akil de hiç uyumamış, postanede, mitingde müdürün okuması için nutuk yazmış. Yavaş yavaş zabitler gelmeye başladı. Kumandan yukarı çıktı.
Süvari alay kumandanıyla bizim taburun kumandanı Erkân-ı Harp Müfit Bey de geldiler. Lafa Müfit Bey başladı. Bu zaten asabi ve zannedersem isterik, maahaza kuvvetli ve müteşebbis, çekinmez bir adamdır. Doğrudan doğruya Sultan Hamit’i itham etti:
“Arkadaşlar!” diye başladı, “Emin olunuz ki Meşrutiyet’e, milletin ümidine vurulan bu yeni ve tahammül olunmaz darbe Sultan Hamit’tendir! Başka cani, başka katil aramayınız! Meşrutiyet onun için ölümdür; o zulmetmeden, öldürtmeden, ağlatmadan, kan ve gözyaşı döktürmeden yaşayamaz, ölür.”
Ve daha şedit devam etti. Miralaylığına kadar İstanbul’dan çıkmamış olan paşa, şüphesiz eskiden geçirdiği sakin ve tatlı ubudiyet günlerini derhatır ediyordu, susuyordu. Müfit Bey: “Hallini isteyelim, ısrar edelim, bu seferki hareketimiz son ve kat’î olsun!” diye, hiddet ve teessüften muhakemelerini kaybetmiş olan genç zabitleri tehyiç ettikçe o sıkılıyor ve şu müteheyyiç mevkiyi teskin için bir “idare-i maslahat”, bir “üslub-u hâkimane” mucizesi düşünüyordu.
Müfit Bey’in lafı bitince Akil ve doktor -sivil oldukları için- kalkıp gittiler. Kısa, bununla beraber şedit münakaşalar oldu. Paşa sükûneti tavsiye ediyor, acele işe şeytan karışacağını söylüyordu. Temmuz inkılabında mühim bir rol oynamış olan Süvari Alay Kumandanı Hasan Bey’in mitingde askerler namına nutuk irat etmesi kararlaştırıldı ve herkes dağıldı. Belki birçokları oyuna gittiler. Ben Yeni Otelin bahçesine geldim. Orada Akil’i buldum. Telgrafhaneye gittik. Müdür, nutkunu iyi okumak için şimdi gözden geçiriyor, okuyamadığı yerleri Akil’den soruyordu. Memurlar telgraf odasında mütemadiyen meşgul idiler. Ben pencerenin kenarında oturuyordum. Karşıdaki evin kızları henüz çıkan güneşin tatlı ve serin hararetleri karşısında birbirleriyle konuşuyorlar, kapılarının önünden geçen diğer kızları da tutuyorlardı. Dün geceden beri devam eden heyecanın ne olduğunu şüphesiz anlayamamışlardı. Fakat bir fevkaladelik hissettikleri hâllerinden belli idi. İki tanesi başlarına, saçlarının arasına “hürriyet kurdelesi” dediğimiz beyaz kırmızı şeyleri takmışlardı. Konuşuyorlar hatta gülüşüyorlardı: “Acaba ne var?” der gibi itimatsız İslav gözleriyle bana bakıyorlardı. Bir telgrafçı odaya girdi:
“Miting başladı.” dedi. Müdür geç kaldığımızı söylerken biz hızla ayağa kalktık, dik yokuşu biraz şiddetle indik. Sırp mektebinin önünde müdür:
“İyi okumak için iki konyak atmalıyım!” diye bizi bıraktı ve Merkez Otelinin yanından saptı. Biz yavaş yavaş hükûmete doğru ilerledik. Küçük ve intizamsız meydan tamamıyla dolmuştu. Köprüden zor geçtik. Ahalinin en arkasında duran kazanın tahrirat kâtibi genç bir çocuk, hükûmet kapısının yanındaki sütunun kenarında bir sandalye üzerine çıkmış, avazı çıktığı kadar bağırarak elindeki kâğıdı okuyor, istibdada lanetler ediyordu. Ondan sonra bir genç ve sevimli avukat mevki-i hitaba çıktı… Pek uzun söyledi. Bazen cebinden çıkardığı kâğıda bakıyor ve münasebetsiz bir yerde, mesela istibdat kelimesi geçerken alkışlar içinde kalıyordu. Ahalinin bir kısmı hakaret ve lanet makamında da el çırpıyordu. Hatipler teakup etti. Siyah gözlüklü bir Bulgar çıktı. Sonra bir şapkalı, ondan sonra bir daskal…1 Bunlar da uzun ve mübalağalı söylüyorlardı. Yalnız nutuklarından “Çarigrad” kelimesini anlıyordum ki “İstanbul” demektir. Daha sonra kaza kaymakamı çıktı. İrticai ile söylemeye başladı. Taşra Rumeli şivesiyle oldukça kıymettar, haykırıyordu. Dinin, mezhebin, cinsiyetin hükûmetle hiç münasebeti olmadığını; hükûmetlerin din, mezhep, cinsiyet için değil, menfaat üzerine tesis edilmiş olduğunu ve hükûmetlerin diyanet ve kavmiyetle değil menfaatle kaim bulunduğunu çekinmeden tekrar ediyordu. Hakkıyla alkışlandı. Jandarma karakolunun pencerelerinden ihtiyar zaptiyeler kaymakamlarının bu talakatine gülerek bakıyorlardı. İttihat ve Terakki Cemiyeti Kaza Merkez-i İdaresi’nin pencereleri kapalı idi. Yanındaki medrese odalarından ihtiyar ve genç hocalar, sarıklı adamlar bozuk çehrelerle bu kalabalığı seyrediyorlar, katiyen alkışlara iştirak etmiyorlardı. Güneşin harareti tezayüt etmişti. Arkadan gazozcu çocuk el arabasını kalabalığa sokmaya çalışıyor, nutukları iyice işitmek isteyen bir arabacı atlarını daha ileri sürmeye gayret ediyordu. Medrese pencerelerinden bakan sarıklıların neşesizlikleri bende edebî bir hatıra uyandırdı. On sene evvel Pierre Loti’nin eserlerini tetebbuya yeltenirken “Aziyade”yi de okumuştum. İlk Osmanlı Meşrutiyeti’ne dair orada birkaç sahife vardır. Yağmurlu bir gün tasvir olunur. Sözde Beyazıt Meydanı’nda toplar atılır. Loti eski bir Türk kahvesine girmiş. Oradaki sarıklı ihtiyarlar Mithat Paşa’nın Kanun-i Esasi’si ile eğlenmişler, atılan toplara karşı müsterihane çubuklarını çekerek gülmüşler… Belki vehmin tesiri… Fakat ben de medrese odasından bakan sarıklılarda Meşrutiyet’e ve içtima-ya karşı aynı tahkir ve garazı gördüm. Zaten tarih bize göstermiyor mu ki hürriyet ve serbestinin her tarzına ancak rahipler karşı gelmiş ve nihayet mağlup olmuşlardır.
Kaymakamdan sonra Süvari Alay Kumandanı Hasan Bey çıktı. Biraz tutuk ve pek resmî idi. Elinde beyaz eldivenleri vardı. Kılıcına dayanıyor ve ikide bir haricî bir vaziyetle “Efendiler…” hitabını tekrar ediyordu. Kaymakamdan СКАЧАТЬ
1
Bulgarca “erkek öğretmen”