Название: Pembe İncili Kaftan
Автор: Омер Сейфеддин
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6485-34-1
isbn:
Kabul etti. Koluna girdim. Sarı boyalı yeni otelin dairevi ve fakir burnundan inerek soldaki bozuk kaldırımlı, dik ve kısa yokuşa saptık.
Dönerken, “Haberin yok mu?” dedi.
Hayret ettim, “Neden?”
“Yirmi dört saattir İstanbul’la muhabere münkatı.”
“Acayip!”
Ve düşündüm. Tam Vardar’ın kenarına çıkan dar yolun üstündeki şimendifer köprüsünün önünde süvari mülazımı Emin Bey’e rast geldik. Yanında eşraftan iki üç kişi, bir de Bulgar vardı. Selamlaştık. Emin Bey gülerek, “Siz de Ahrar’dan mısınız?” dedi. Ben ve Akil “Evet, evet…” diye gülüştük ve geçtik. Vardar’ın çamurlu, yıkık sahilini takip ederken maktul Serbesti muharririnden, alçak Murat Bey’in deni taassubundan bahsediyorduk. Demir yolunun etrafında bihaber çocuklar oyunlarını bırakıyorlar, “Bu yabancı kimdir?” der gibi Akil’e bakıyorlardı. Müphem bir sıkıntı hissediyordum. Laf olsun diye ona çocukları gösterdim.
“Saçlarına bakıyorlar!” dedim. O katiyen kırmızılık kabul etmiyor, saçlarının gayet sarı, gazetesindeki müstearı gibi “asfar” olduğunu iddia ediyordu. Ben bilakis kırmızı olduğunu ve onun için dikkati calip olduğunu hatta bütün Köprülü’de bir eşi bulunmadığını söylüyordum. Nehrin demir yoluyla ayrıldığı yerdeki mezarlığın içine girdik. Tarladan dönmüş birkaç rençber orada oturuyorlardı. Onlar da sanki yine Akil’in saçlarını seyretmek için gözlerini diktiler. Bunu yine ona söyledim. Gülüştük. Tozlu yollardan geçtik. Güneş renksiz bulutlar altında batıyordu. Sincabi dağlar, dağların arkasındaki mavi ve müphem sisler gittikçe koyulaşıyor, yakınlaşan görünmez gölgeler gibi dağılarak yükseliyordu. Çamur rengindeki sefil ve hasta Vardar’ın sedası akşamın sükûtu içinde duyuluyor, bahçelerin üstündeki süvari ahırlarının gübreliklerinden kalkan karga sürüleri ratıp havada ani bir maça onlusu hayalini uyandırarak süratle geçiyorlar, karşı sahilin sık ve yeşil yapraklı ağaçları arasında kayboluyorlardı. İstasyona geldik. Kimse yoktu. Kahvenin bahçesinde memur oturmuş rakı içiyor, kahvecinin köpeği karşısında onun mezeleri nasıl yediğini seyrediyordu. Oturduk. Akil bira istedi. Ben bir gazoz. Ve onun mezelerini yedim. Gelen gece serindi. Ben pelerinime daha ziyade büründüm. Ayaklarım üşümeye başladı. Ruhumuzdaki müphem azabı unutmak için istikbal ve edebiyattan bahsettik. Ben belki onuncu defa ona emellerimi anlattım. On iki sene askerlik ettikten sonra istifa edecek ve hoca olacaktım. Gençliğimi orduda geçirdikten sonra ihtiyarlığımı mektepte, dershanelerde geçirmek istiyordum. En birinci emelim tarih okutmak, muhakeme etmesini öğretmek; mütebeddil ve fâni hakikatleri kati bir surette ihsas ve talim etmekti. Akil, müstakbeli pek aciz ve mütevazı düşünüyor yahut öyle görünüyordu. Bir saat sonra geldiğimiz yollardan dönerek, bu sıkıntılı gecenin kuru ve muzlim gölgeleri içinden geçerek aşçı dükkânına geldik. Bizden başka kimse yoktu. Birkaç dakika sonra bir süvari zabiti geldi, selamlaştık. Akil ile gülüşüyorduk. Süvari müteessif bir tavırla:
“Mutlaka haberiniz yok.” dedi. İkimiz de hayret ettik:
“Neden?”
Lokmalarımız boğazımızda kaldı, iştahımız birdenbire kesildi, zabitin cevabı pek müthişti:
“Harbiye nazırıyla sadrazamı vurmuşlar. Ahmet Rıza tehlikeli surette mecruh…”
Hemen yerimizden kalktık. Otelin altındaki büyük kahveye girdik. Köşeye, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin azasından olan yahut olması lazım gelen eşraf ve başıbozuklar toplanmışlardı. Aralarında birkaç zabit vardı. Çehrelerde soğuk bir ihtizar sükûtu hüküm ferma idi. Ne yapacağımızı şaşırarak muhterem bir ölü karşısında bulunan sebepsiz bir tereddüt ve bir ihtiram ile kapının yanına oturduk. Köşedekilerin hepsi bir haber bekliyorlarmış gibi kapıya bakıyorlardı. Biz de sustuk. Beş on dakika öyle kaldık. Nihayet köşedekilerin arasından telgraf müdürü -bu gayet sevimli ve sahih bir Selaniklidir- kalktı. Yanımıza geldi. Felaketi anlattı. Zaten dünden beri böyle bir haber bekleniyormuş. Cemiyetin kaza merkezi, Merkez-i Umumi ile muhabere ediyormuş, ordu ve ahali ile İstanbul’a gidilecek ve Meşrutiyet iade olunacakmış. “İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti” avcı taburu efradını iğfal etmiş. Onlar da “Şeriat isteriz!” diye meclise hücum ederek adliye nazırını falan katletmişler…
Birden o kadar derin ve muzlim bir ümitsizlik duydum ki ihtiyarsız:
“Eyvah azizim, mahvolduk! Bu sefer mutlaka mahvolduk!” dedim. Kalbimde sarih bir acı sızlamaya başladı. Artık konuşamıyor, Akil’le müdürün konuştuklarını duymuyordum. Gözlerimin önüne dumanlı bir Balkan haritası geliyor. Türkiye’nin parçalandığını, bu müthiş ve namevcut haritanın kırmızı ve ateşin çizgili hudutlarının hafi ve çirkin bir el ile bozulduğunu, değiştirildiğini görüyor gibi oluyordum. Izdırap dakikaları her felaket zamanında olduğu gibi yine bir azap ifriti uzunluğuyla geçiyor; aklıma iki üç sene evvel okuduğum Roland de Mares’ın “Mal Ottoman” makalesi geliyor. Bazen biraz kehanet taslayan ve ekseriya sözleri çıkan bu bedbin, bununla beraber meşhur muharririn; bizim için, zavallı Türklerin istikbali için verdiği insafsız ve kati hükümleri derhatır ediyordum. Kahveye her girenin yüzüne “bir havadis” gibi umumiyetle bakılıyordu. Akil sabredemedi. Müdürle beraber telgrafhaneye gitmeye kalktı.
“Bana müsaade…” dedim, “Kışlaya gideceğim.”
Onlardan sonra ben de çıktım. Yalnız ve yavaş yavaş tenha ve karanlık sokaktan yürüyordum. Şehrin saati dördü vuruyordu. Çeşmeyi geçtim. Büyük Kavaklı Meydanı’nda her vakitki gibi köpekler yine havlamaya başladı. Köşenin öbür tarafında bir dükkânın peykesine oturmuş olan bekçi, yıldızlarla aydınlanan bu kamersiz gece içinde bir karanlık yığını hâlinde duruyor, ara sıra çektiği sigarası yetim ve muhtazır bir ateş böceği gibi parlıyordu. Mezarlığın arasından geçiyordum. Beş altı ay evvel irtica ve taassubun feveranıyla bir saat içinde öldürülenleri nasıl alayla buraya gömdüğümüzü hatırladım. Daha hâlâ katiller, müşevvikler tecziye olunmadı. Belki affolunacaklar. Evet, doğrudan doğruya, sarahaten, amden Meşrutiye’te kasteden, payitahtı ayağa kaldıran “Kör Ali”ye ilişmeyen hatta bu haini okşayan adalet eli onların mı canını yakacaktı? Heyhat!.. Zavallı Remzi… Şimdi acaba ruhun, seni ümit ve şebabının en hisli ve acınacak bir anında söndüren o galeyanın, o müstekreh pişdarın kısm-ı küllisini İstanbul’da kanlar akıtırken görüyor mu? Yoksa… Yavaş yavaş yürüdüm. Mezarlığa girilen yolun karşısındaki fener sönmüştü. Ebkem mezar taşları sanki fikren meşgulmüş gibi vehmî bir hayatla sakin ve muzlim duruyorlardı. Yavaş yavaş yürüdüm… Aşağıdan tarih-i mukaddesin icat ve ızlal edemediği meçhul asırların bilinmez bir gününden beri akan Vardar, değinilen setlerine çarparak çağlıyor ve çarpıntısı bu matemî geceyi görünmez ürpermelerle titretiyordu. Artık kışlaya yaklaşmıştım. Çingenelerin boş demirci dükkânları tuhaf bir hayat arz ediyordu. Peykelerinin aralarından kuvvetsiz aydınlıklar akıyordu. Evet, Allah’ın bütün peygamberlerine vatan olan, bütün dinlerine cidal sıtması yağdıran bu memleketin, Türkiye’nin Çingeneleri bile mutaassıptır! Yarın cuma… Hepsi örslerinin üzerine birer mum yakmışlar, pederlerinin ruhunu şad ediyorlar!..
Odaya geldim. Masanın üzerindeki lamba kısılmış, yüzbaşım kırmızı velensesi СКАЧАТЬ