Название: Savaş ve Barış I. Cilt
Автор: Лев Толстой
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-50-1
isbn:
Bir an sustu. Sonra sinirlendi yine:
“İzin falan vermedim ben! Siz de bundan böyle adamlarınızı doğru dürüst giydirin, anlaşıldı mı?”
Dönüp emir subayına baktı ve kendine özgü sarsak yürüyüşüyle alaya doğru ilerledi. Arada bir bu türlü öfke gösterilerinden hoşlandığı belli oluyordu. Alayın önünden geçerken tekrar bağırıp çağırmak için bir bahane arıyor gibiydi; subaylardan birini, apoletini iyice parlatmamış olduğu, bir başkasını da erleri sıraya düzgün sokamadığı için payladı bir güzel. Sonra üçüncü bölüğe yöneldi. Sırtında koyu mavi kaputuyla duran Dolohof’a yaklaşırken ona hemen hemen beş kişi kaldığı sırada, aniden sancılanmış gibi bir sesle “Ne biçim duruyorsun sen?” diye bağırmaya başladı birden. “Ayağın nerede senin, ayağın yok mu? Nerede ayağın?”
Bükmüş olduğu ayağını ağır ağır düzeltti Dolohof ve ışıldayan gözlerini küstahça General’in yüzüne dikti:
“Ne diye mavi kaput giydin, söyle! Hayır sus! Ve defol karşımdan!”
Çevresine bakındı.
“Başçavuş! Değiştir şu haydutun…”
Sözünü tamamlamasına kalmadan Dolohof atıldı:
“Emrinizi yerine getirmekle yükümlüyüm ama hakaretlere boyun eğmek…” diye söze başladı.
General hemen susturdu onu:
“Sıradayken laf yok! Laf yok, dedim! Laf yok!”
Dolohof ortalığı çınlatan gür bir sesle konuştu:
“Hakaretlere boyun eğmek zorunda değilim ben!”
Bir an için derin bir sessizlik kapladı her tarafı. Şimdi General’le er göz göze gelmişlerdi. Sonunda General, boynunu sımsıkı saran eşarbı öfkeyle aşağı doğru çekerek “Lütfen giysinizi değiştirin…” dedi. “Lütfen!”
Ve uzaklaştı.
II
Bu sırada gözcünün sesi yükselmişti:
“Geliyor!”
Alay Komutanı kızardı ve atına koştu hemen. Titreyen elleriyle üzengiye yapıştı, hayvanın üstüne çıktı, doğrulup yerleşti, kılıcını çekti. Sonra da mutlu ve kararlı bir ifadeyle komut vermeye hazırlandı.
Birden toparlanıp bir kuş gibi silkinen alay, şimdi hareketsiz beklemekteydi.
Haykırdı Alay Komutanı: “Haaaaz-roll!”
Duyulduğu ilk anda tüyleri diken diken eden bir sesti bu. Gelgelelim bu seste; Alay Komutanı bakımından sevinçli, alaydaki erler bakımından sert ve amansız, yaklaşan Komutan bakımındansa “hoş geldiniz” dercesine candan bir çağrı vardı.
İki yanı ağaçlık geniş toprak yoldan, büyük bir hızla ve yaylarını gıcırdatarak yüksek, mavi bir Viyana faytonu geliyordu. Faytonun arkasından da Komutan’ın atlı maiyetiyle bir Hırvat Hafif Süvari Muhafız Birliği ilerlemekteydi…
Kutuzof’un yanında Avusturyalı bir general oturuyordu. Rusların siyah üniformaları arasında göze tuhaf gelen beyaz bir üniforma vardı üzerinde. İki kumandan, alçak sesle kendi aralarında konuşmaktaydılar. Araba durduğunda Kutuzof; yavaş yavaş yan taraftaki basamaktan aşağıya inerken sanki o anda, ona ve Alay Komutanı’na soluk almaksızın bakan o iki bin kişi hiç orada yokmuşçasına hafifçe gülümsedi.
Aynı anda bir komut yükseldi. Tüfekleri omuza alarak yine dalgalanıp selama durdu alay ve bir ölüm sessizliği içinde Başkomutan’ın zayıf sesi duyulur duyulmaz askerler hep bir ağızdan gürledi:
“Sağ ol!”
Sonra her şey derin bir sessizliğe gömüldü yeniden. Kutuzof bu süre boyunca hep aynı yerde durmuştu. Hemen ardından, beyaz üniformalı generalle birlikte maiyetini de yanına alarak safların önünde yürümeye başladı.
Alay Komutanı’nın dimdik durup Başkomutan’ı gözlerinin içine bakarak selamlamasından, sonra da iki büklüm olmuş bir hâlde yürürken vücudu yine ikide bir sarsılmasın diye kendisini sakınmasından, Başkomutan’ın en basit bir davranışı üzerine irkilmesinden; bir ast olarak yerine getirdiği ödevleri bir üst olarak yerine getirdiği ödevlerden çok daha zevkle yaptığı daha ilk bakışta belli oluyordu.
Komutan’ın uğraşları ve disiplin anlayışı sonucunda alay, Braunau’daki öbür alaylara oranla kusursuz sayılacak kadar iyi bir durumdaydı. Yolda kalmış ya da hasta düşmüş erlerin sayısı, sadece iki yüz on yediydi. Kunduralar dışında her şey eksiksiz ve bakımlıydı.
Kutuzof safların önünden geçerken arada bir durup Türk savaşından beri tanıdığı subaylara ve hatta bazen de erlere birkaç tatlı söz söylemekten geri kalmıyordu. Arada bir de erlerin kunduralarına bakarak üzgün üzgün başını sallamakta; bunları, hiç kimsede suç bulmuyormuş ama bu kötü durumu tespit etmekten yine de kendisini alamıyormuş gibi bir tavırla Avusturyalı General’e göstermekteydi.
Alay Komutanı ise bu arada, Başkomutan’ın alayla ilgili olarak söyleyeceği en küçük bir sözü dahi kaçırmamak için telaş içinde onların yanı sıra seğirtmekte; zaman zaman da kendisini tutamayarak koşup birkaç adım önlerine geçmekteydi.
Kutuzof’un hemen arkasında, onun en alçak sesle bile söyleyeceği her sözün rahatça işitilebileceği bir mesafede, maiyetinden yirmi kişi ilerliyordu. Bunlar kendi aralarında konuşmakta, bazen de gülmekteydiler. Başkomutan’a en yakın yürüyen, yakışıklı yaveriydi. Prens Bolkonski’ydi bu. Onun yanında; iyi yürekliliği güler yüzünden hemen belli olan, aşırı derecede şişman ve uzun boylu kurmay arkadaşı Nesvitski yürüyordu.
Nesvitski, hemen yanı başında yürüyen esmer süvari subayının muzipliklerine gülmemek için zor tutmaktaydı kendisini. Süvari subayı gözlerindeki anlamı hiç değiştirmeden dünyanın en ciddi ifadesiyle Alay Komutanı’nın sırtına bakıyor ve onun her hareketini aynıyla tekrarlıyordu. Örneğin Alay Komutanı öne doğru eğildiğinde süvari subayı da aynı şekilde öne doğru eğilmekteydi. Nesvitski dayanamayıp kıkırdıyor, şakayı yapana bakmaları için ötekileri de dürtüyordu durmadan.
Kutuzof; en küçük davranışını dahi büyük bir dikkatle izleyip değerlendirmeye çabalayan binlerce gözün önünden, katiyen acele etmeksizin ağır ağır geçiyordu.
Üçüncü bölüğün önüne gelince durdu birden Başkomutan. Onun böyle aniden duracağını hiç tahmin etmemiş olan maiyet subayları az kalsın üzerine çullanmış gibi olacaklardı. Oysa olayın açıklaması basitti: Biraz önce o mavi kaput yüzünden azar işiten kırmızı burunlu Yüzbaşı’yı görüp tanımıştı.
Kutuzof, “Timohin!” dedi. “Sen ha!”
Timohin, Alay Komutanı kendisini paylarken vücudunu tepeden tırnağa gererek öyle СКАЧАТЬ