Название: Savaş ve Barış I. Cilt
Автор: Лев Толстой
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-50-1
isbn:
“Benim senden önce ölmem doğaldır…” dedi. “Burada anılarım var. Bunları ben öldükten sonra İmparator’a ulaştırırsın. Burada bir Emniyet Sandığı tahviliyle bir de mektup var. Tahvil, Suvorof Savaşlarının tarihini yazacak olana, mektup da akademiye verilecek. Burada da düşüncelerim yazılı. Ben öldükten sonra okursun. Faydası olur.”
Babasına, hiç şüphesiz daha uzun yıllar yaşayacağını söylemedi Andrey. Anlıyordu bunu söylememesi gerektiğini.
“Bütün isteklerinizi yerine getireceğim baba.” dedi sadece.
İhtiyar Prens’in karşılığı da sade oldu:
“Öyleyse artık vedalaşalım!”
Oğlunun elini öpmesine izin vermiş ve kucaklayıp göğsüne bastırmıştı onu. Sonra da “Şunu katiyen unutma Prens Andrey…” dedi.
“Ne de olsa ihtiyarın biriyim artık, öldürülecek olursan çok acı duyarım. Ama… Ama senin, Nikolay Bolkonski’nin oğlu gibi davranmadığını öğrenecek olursam… Tam anlamıyla utanç duyarım!”
Gülümsemişti Prens Andrey.
“Bunu bana söylemeseniz de olurdu baba.” dedi.
Cevap vermedi İhtiyar Prens.
Kısa bir sessizlik oldu. Sonra Andrey “Bir ricam var sizden…” diye devam etti. “Eğer ben öldürülürsem ve bir oğlum olursa size dün de söylediğim gibi burada yanınızda alıkoyun onu.”
Durdu. Sonra da ekledi:
“Yanınızda büyüsün… Lütfen.”
Sordu ihtiyar:
“Yani karına bırakmayayım mı onu?”
Ve gülmeye başladı.
Tam bir sessizlik içinde karşı karşıya durmaktaydılar şimdi. İhtiyar Prens, oğlunun gözlerine dikmişti keskin bakışlarını. Çok geçmeden yüzünün alt kısmında, ürperişi andıran hafif bir titreme oldu.
“İşte vedalaştık…” dedi. “Hadi bakalım!”
Birden söylemişti bunları. Hemen ardından da çalışma odasının kapısını açmış ve âdeta öfkeli bir sesle haykırmıştı:
“Hadi git artık!”
İlkin Prens Andrey’i, hemen ardından da -sadece bir an için- perukası ve kelebek gözlüğü olmadan üzerinde beyaz sabahlığıyla haykıran ihtiyarın silüetini gören prensesler, bir ağızdan sordular: “Ne var, ne oluyor kuzum?”
İçini çekti Prens Andrey, cevap vermedi. Sadece karısına, “Eh…” demekle yetinmişti.
“Şimdi artık istediğiniz kadar nazlanıp şımarabilirsiniz!” demek istermiş gibi soğuk bir şekilde alay edercesine söylemişti bu “eh”i.
Küçük Prenses sapsarı kesilmiş, korku içinde kocasına bakıyordu. Kelimeleri güçlükle telaffuz ederek “André deja!”292 diyebildi o kadar.
Prens Andrey, karısını kollarının arasına aldı. Küçük Prenses’in başı; aynı anda, kocasının omuzuna düştü.
Onu sarsmamaya özen göstererek sıyrıldı Prens Andrey, yüzünü dikkatle inceledikten sonra bir koltuğun üzerine uzattı. Kız kardeşine döndü sonra ve alçak sesle “Adieu, Marié…”293 dedi.
Kucaklaştıktan sonra el ele kaldılar bir an ve Prens Andrey hızlı adımlarla salondan çıktı.
Matmazel Bourienne, koltukta yatmakta olan Küçük Prenses’in şakaklarını ovalamaya koyulmuştu. Prenses Mariya, bir yandan görümcesine destek olmakta; bir yandan da yaş dolu güzel gözlerini Prens Andrey’in açık bıraktığı kapıya dikmiş, istavroz çıkarmaktaydı. Düzgün aralıklarla kurşun seslerini andıran sesler geliyordu çalışma odasından. İhtiyar Prens’in öfkeyle sümkürmekte olduğunu belirten seslerdi bunlar… Nitekim çok geçmeden çalışma odasının kapısı da hızla açıldı ve beyaz sabahlığının içindeki ihtiyarın silüeti belirdi. Kendinden habersiz bir hâlde uzanmış yatan Küçük Prenses’e kızgın gözlerle şöyle bir baktı:
“Gitti mi?” diye sordu. “Eh, öyleyse her şey tamam demektir!”
Küçümseyen gözlerle biraz daha süzdü Küçük Prenses’i, sonra da kapıyı çarparak kapadı.
İKİNCİ BÖLÜM
I
Rus orduları, Ekim 1805’te Avusturya Arşidüklüğü’nün köy ve kentlerini işgal etmekteydi. Art arda Rusya’dan sevk edilen ve Braunau Kalesi dolaylarına yerleştirilen alaylar, halka büyük yük olmaktaydı. Başkomutan Kutuzof’un genel karargâhı da orada bulunuyordu.
1805 yılının 11 Ekim günü Braunau’a yeni gelmiş piyade alaylarından biri; kente yarım mil mesafede durmuş, Başkomutan tarafından teftiş edilmeyi beklemekteydi. Çevredeki bütün her şey (meyve bahçeleri, taştan örülmüş bahçe duvarları, kiremit kaplı damlar, uzakta yükselen dağlar ve askerleri merakla izleyen yabancı bir halk) yabancı olduğu hâlde bu alay; Rusya’nın ortalarında herhangi bir yerde, teftişe hazırlanan herhangi bir Rus alayından farksızdı.
Başkomutan’ın alayı yürüyüş hâlinde teftiş edeceğini bildiren emir, daha o akşam son konak yerinde alınmıştı. Emirdeki ifade, Alay Komutanı’na pek kesin gözükmemiş ve teftişe tören üniformasıyla mı çıkmak gerektiği hususu, böyle durumlarda beklenen açıklığa kavuşmamıştı gerçi; tabur komutanlarının toplantısında, az saygı göstermektense aşırı saygı göstermenin daima daha yerinde olduğu gerekçesiyle, alayın tören üniformasıyla teftişe çıkması karara bağlanmıştı.
Dolayısıyla da askerler, otuz verstlik bir yürüyüşten sonra gözlerini yummadan bütün gece söküklerini dikmiş ve üst başlarına çekidüzen vermişlerdi. Emir subaylarıyla bölük komutanları, erleri sayıp ayırmışlardı ilkin. Böylece bölük, bir gün önce sabaha karşı son konaklama yerindeki karmakarışık kalabalık olmaktan kurtulup her biri yerini ve görevini bilen, takım taklavatı yerli yerinde, üstü başı tertemiz ve düzenli iki bin kişilik bir bütün oluvermişti. Kusursuz olan, sadece dış görünüş değildi. Başkomutan’ın aklına esip de üniformaların altına bakacağı tutsa her erde tertemiz bir gömleğin, her asker çantasında da yönetmelikte belirtilen sayıda eşyanın bulunduğunu görecekti. Gerçekten de her çantada, asker deyişiyle, “bir bez, bir de sabun” vardı.
Gelgelelim herkesi tedirgin eden bir de sorun vardı ortada: Kundura sorunu. Erlerin yarısından fazlasının çizmeleri parçalanmıştı. Ama bu, alay komutanlarının suçu değildi çünkü komutan bu konudaki isteklerini ısrarla bildirmiş ama işi ağırdan alan Avusturyalı yetkililer hiçbir şey göndermemişlerdi. Ve alay, bu durumda otuz verstlik bir yolu katetmek zorunda СКАЧАТЬ
292
“Hemen, şimdi mi Andrey?”
293
“Elveda, Mariya…”