Efruz Bey:
“Oh, ne romantik menkıbe!” dedi. Prens Eternel Kâmıran dö Kara Tanburin şiirle de iştigal ettiği için bunu pek şairane buldu:
“Pek bedii bir levha. Düşününüz. Çölde bir vaha.. Tüyleri dökülmüş kamış yelpazeler hâlinde sakin, nazenin duran hurma ağaçları… Saf, asude, dumansız, lekesiz, yıldızsız bir sema… Susuz bir kuyunun başında ince mugaylan fidanları arasında kurulmuş çergeler… Herkes uyuyor. Hurmalar, sema, mugaylanlar… Her şey, her şey uyuyor. Yalnız kahraman Kays uyanık! Ganimetlerin dibinde. Birden çıkan rüzgârla denkler yıkılıyor. Müthiş bir sada bütün bu sakin ufku dolduruyor ‘Zırrrrrt’ diye! Herkes uyanıyor, koşuyor, denklerin altından birkaç sene sonra tamamıyla kürei arza hâkim olup Zuhal, Utarit, Zühre gibi küreleri de zapt için projeler yapan cihangiri çıkarıyorlar… Dünyada bundan nefis bir trajedi, bir destan, hatta bir opera mevzuu olamaz.”
Vakanın şiiri, tabiatı hepsini teshir ediyordu. Zırtaf ’ın tarihine bu hadise ile başlanmasını münasip buluyorlar; oğuldan evlada, evlattan toruna uzayıp gelen bu büyük kahramanlık tarihinden bir destan, bir opera yapılınca besteleyecek bestekâra mukaddime olarak ne nefis ne tabii bir sada hazır olduğunu söylüyorlar; bu tabii sesten ilahî bir melodi çıkarmak için bir Verdi, bir Vagnerr bir Bethoven doğmasını temenni ediyorlardı. Prens Azizüssücufüzzırtaf ceddinin daha birçok hikâyesini anlattı. Artık hava kararıyordu.
Nermin Bey:
“Asaletmeaplar!” dedi. “ Vakit geçti, artık dağılsak…”
…
Fakat Efruz Bey kendi asaletini, kendi cetlerini anlatamamıştı. Saat altıyı geçiyordu. Bu beş asil genç birbirinden ayrılamadı. Hemen oracıkta, aceleyle “Asiller Serkli” namıyla bir kulüp tesisine karar verdiler. Oraya bütün asiller toplanacak, şarkta da garpta olduğu gibi asaletin hakkını arayacaklar, milletlerin idaresini ellerine alacaklar, avamı –asillerin iddiasızlığından fırsat bularak– sıçradıkları yüksek mevkilerden indirecekler, layık oldukları kovuğa sokacaklardı. Ayrılırken ev sahibinin ellerini samimiyetle sıktılar.
“ Yarın Perapalasta.” diyorlardı. Orada bir odada toplanacaklar, nizamnamelerini, duhul şartlarını, unvan, derece meselelerini müzakere edeceklerdi. Ev sahibi misafirlerini ta kapıya kadar teşyi ediyordu.
Prens Zırtaf:
“Efruz Bey, sizinle bir dakika yalnız kalmak isterim.” dedi.
“Emredersiniz Prens. Emrinizi icraya hazırım.” cevabını veren Efruz Bey misafirlerinin arkasından kapıyı kapadıktan sonra Prens Zırtaf ’la kapının sağındaki salona döndü.
“Buyrunuz efendim?.”
…
Prens sıkılıyor, ellerini ovuşturuyordu. Gayrete geldi. İnce parlak potinlerinin narin uçlarına bakarak:
“Portmonemi düşürmüşüm!” dedi.
Efruz Bey çok zengin olduğu için para meselesine ehemmiyet vermeyi asalete mugayir görürdü.
“Ne zararı var efendim?”
“Sizden yarın akşam vermek üzere küçük bir meblağ isteyeceğim.”
…
Zırtaf, Efruz Bey’in doğru bir mazeret uydurmasına meydan vermeden ilave etti:
“Bin lira kadar bir şey!”
…
Bu, Efruz Bey için vakıa çok ehemmiyetsiz bir para idi. Lakin aksi şeytan… Şimdi vermek mümkün değildi. Çünkü Efruz Bey mazeretini saklamadı:
“Kasanın anahtarları annemdedir. İki hafta var ki nasırlarını kestirmek için profesör Verşinker’in yanına Viyana’ya gitti. Üç ay sonra gelecek. Burada olsaydı vallahi billahi, namusum, asaletim üzerine tekrar tekrar yeminler ederim ki şu bin lirayı hemen size verirdim.”
Prens Zırtaf teşekkür etti, sonra başını eğdi:
“Şimdi yüz lira verseniz?”
“Aksi şeytan!” dedi. “O da yok!”
“Bir lira lütfetseniz?”
Efruz Bey binden bire yıldırım gibi inen prense dikkatli dikkatli baktı. Ne diyecekti? Fakat mazereti pek makbuldü:
“Bugün yanımda ne kadar bin lira varsa sizin gibi bir dostuma verdim. Elime ancak yarın para geçecek.”
“Şimdi bir mecidiye olsun veremez misiniz?”
Kurtulamayacağını anlayan Efruz Bey parayı asil dostunun avucuna koyarak:
“İşte bir çeyrek! Daha fazla veremediğim için beni affediniz.” dedi. “Hayatta bazen öyle münasebetsiz, öyle aksi anlar oluyor ki…”
Prens çeyreği cebine koydu. Teşekkür etti. Efruz Bey konuşarak para üzerine, aksi tesadüfler üzerine, zenginlik üzerine felsefeler yaparak misafirinin elini sıkıyor, veda ediyordu. Ansızın, arkada, mermer döşeme methalde dehşetli bir gürültü oldu. Çığ gibi yuvarlanan al yanaklı şişman, yuvarlak bir evlatlık sanki birkaç kilometre ötede birisine söylüyormuş gibi nefes nefese, avazı çıktığı kadar:
“Küçük Bey! Küçük Bey!” diye haykırdı. “Anneniz beni görmeden gitmesin, dedi. Size çarşıdan burnunun kıllarını çekmek için cımbız aldıracakmış!”
…
Efruz Bey Zırtaf ’ın arkasından kapıyı kapayınca annesinin yanına koştu. Burası beyaz dokuma sedirli, Uşak halısı döşenmiş, Şam perdeli gayet alaturka bir oda idi. Duvarları hep ayet hadis levhalarıyla örtülüydü. Eğer bir “Allah” bir de “Muhammed” levhası olsa mükemmel bir mescit sayılabilirdi.
“Anne! Niçin o münasebetsiz kızı misafirlerin yanına gönderiyorsun?” diye karşısına dikilen hiddetli oğlunu bu sert Çerkez hemen yatıştırdı.
Acele ile o rast gelmişti. İşte onun için göndermişti… Münakaşadan ziyade iş yapmasını seven Efruz Bey lafı pek uzatmadı. Hemen evde yeni bir tensikata girişti. СКАЧАТЬ