Efruz Bey:
“Size bir unvan bulmak mümkün değil!” dedi.
“Evet.”
“Evet.”
Hepsi tasdik etti. Prens, Ruva, Emperör… Bunlar nihayet dünyevi şeylerdi.
Nermin Bey:
“Eğer kabul ederseniz size ‘Semavi Prens’ diyelim.” teklifinde bulundu.
“Başka kimseye bu unvan verilmemek şartıyla.”
“Elbet.”
“Elbette…”
Prens Eternel dö Kara Tanburin!
Hepsi bu muhteşem ismi tekrarladılar. Prens Eternel’in badem gözleri hazdan parlıyor, yüzü daha ziyade aylaşıyordu. İşte nihayet bir prens telakki olunuyor, ismi teyit ediliyor, tasdik ediliyordu. O, efendisi hacının cami avlusundaki mermerler üzerinde öldüğü dakikadan beri tuhaf bir ruhiyat ile, dilenmek için elini uzattığı İstanbul Türklerinden kendini çok yüksek görürdü. Dilenirken bile onlara hakaretle bakardı. Darülacezede, Darüşşafaka’da kendine, kendi kendine hususi bir ehemmiyet vermiş, muhitine bu vehmî ehemmiyeti ibram etmişti. Son derece mağrur, son derece kibirli idi. Kendisiyle konuşanlar, karşısında gayriihtiyari bir hürmet duyarlar, kendilerini gayet büyük bir adam huzurunda sanırlardı. Hiçbir muayyen fikri yoktu. Bugün pan Türkist yarın poli Türkist… Döner dururdu. Edebiyat, ilim âleminde de –hiçbir eseri olmadığı hâlde– sırf gösteriş, sırf satış sayesinde kendini tanıtmıştı. Nazırları ziyaret eder, politika fırkalarının hepsiyle müsavi derecede münasebette bulunur, hepsine kendilerinden tarafa imiş hissini verirdi. Hem Yunan hükûmetinin, hem Türkiye’nin pençesinden kolaylıkla kurtulan Kefalonyalı Rum kasa hırsızları gibi iki pasaportu vardı. Rus sefarethanesi onu Rus tebaası tanır, bizim siyasi düşünmek eziyetine katlanamayan zavallı nüfus memurlarımız ona “Osmanlı tabiiyetini haiz Müslim” diye nüfus kâğıdı verirler, yol tezkeresi doldururlardı. İstanbul’un Ruslar tarafından alınacağına iki kere iki dört eder kadar kaniydi. Onun için Rus pasaportuna Rus sefarethanesinin teveccühüne ehemmiyet verir, Türkiye nazırlarının kendine teklif ettiklerini söylediği mevkileri –muvakkat olduğu için– kabul etmek budalalığında bulunmazdı! Her sabah başka bir fikirle uyanır, öğleye kadar birkaç defa bu fikri değiştirir, fakat her gün, her dakika her saniye yalnız “asaleti” hususunda sabit kalırdı. Bu asalet tamamıyla Efruz Bey’i tanıyor, arkadaşlarının muhitine giriyordu. İstanbul’da bütün edebiyata intisap iddia eden kadınlarla, vezir torunları, paşa akrabaları, ne kadar “Biz asiliz efendim!” iddiasında bulunan hanımefendi varsa hepsiyle dosttu. Onları ziyaret eder, siyasi dedikodulardan, son iktisadi dalaverelerden gayet müstehziyane bahsederdi.
Hasılı tam bir salon adamıydı.
“ Yirmi sekiz yaşındayım!” derdi. Ablak çehresi o kadar sakin, o kadar ciddi idi ki yalan mı samimi mi söylüyor anlaşılamazdı. Herkese her vakit, her fırsatta ailesinin, Kara Tanburin kökünün eskiliğini anlatır, iftihar ederdi.
Nermin Bey asaleti kadar hakikati de severdi. Altın tabakasından çıkardığı bir sigarayı altın ağızlığına taktı. Altın kibritliğinden bir kibrit aldı, çaktı. Sigarasını tutuşturdu. Sonra altın kibritliği cebine koyan eliyle altın saatini çıkardı. Baktı.
“Dostlarım! Gecikmişiz, saat beş!” dedi. “Fakat benim tarihî hikâyem yok. Hem ben prens olamam. Çünkü cetlerimden birisinin hükümdarlık ettiğini bilmiyorum.”
“Bununla beraber asilsiniz.”
“Şüphe yok. Fakat prens değilim. Belki bir marki bir kont…”
“Marki, marki…”
“Evet, marki.”
Nermin Bey:
“Pekâlâ, marki olabilirim. Cetlerim hep hükümdarların dizanterilerini iyi etmişlerdir. Dizanterinin sırrı ta Lokman Hekim’den beri bizim ailemizin malıdır. Sizin kadar asil değilsem de hepinizden zenginim.”
Bu iddia biraz Efruz Bey’e dokundu:
“Hepimizden zengin olduğunuzu söylemek biraz ciddi değil… Vakıa ben çok iktisat yaparım. Fakat ne kadar iradım olduğunu biliyor musunuz?”
“Hayır.”
“O hâlde kendinizi hepimizden zengin addetmeniz muvafık değildir.”
Kıvırcık saçlarının arasına koyu batalomya renginde parmaklarını sokmaya çalışan Azizüssücufüzzırtaf tasdik etti:
“Efruz Bey, ben sizin servetinizi biliyorum. Siz gizli milyonersiniz.”
Efruz Bey bunun üzerine iratlarını, çiftliklerini saymaktan vazgeçti. Azizüssücuf ’a gayriihtiyari minnettarlığını göstermek ihtiyacını duydu.
“Azizim Prens Zırtaf, siz cidden asilsiniz!” dedi. “Evet siz halis prenssiniz. Bize kendinizi tanıttınız. Fakat rica ederim mütevazı olmayınız.”
…
Zırtaf ’ın gözleri parladı. Bu, hakikatte kaşarlanmış bir serseri, gayet mahir bir şantajcıydı. İttihadı İs-lamla Arap İmparatorluğu mefkûrelerinin ikisine de aynı miktarda malikti. Gördüğü oldukça iyi tahsile rağmen iptidai bir zihniyetle dünyadaki insanları “İslam, Hristiyan” diye iki basit kısıma taksim eder, ne kadar İslam varsa hepsine Arap nazarıyla bakardı. Ebülhüda’nın yetiştirmesiydi. Eskiden mabeyne nasıl girip çıkarsa, şimdi de Babıali’ye, sadarete, teşkilatı mahsusalara, cemiyeti hayriyelere, edebî kulüplere, siyasi mahfellere öyle girip çıkardı. Gayet şıktı. Beyoğlu’nda birinci sınıf bir apartmanda yaşıyor; kumarda, sefahatte harcadığı paraların membaını, kimse değil, hatta kendi bile bilmiyordu.
“Benim ailem, İslamiyet sayesinde Kureyşler iktidarı elde ettiğinden beri siyasi mücahedesinde devam eden minimini gizli bir kabileciktir. İddiası bütün Araplardan büyük bir imparatorluk teşkil, Afrika ile beraber Asya’yı, Çin, Hindistan, Türkistan, Silezya, Türkiye dahil olduğu hâlde tamamen Araplaştırarak tekrar Cebelüttarık’ı geçmek, İspanya’yı, Fransa’yı, Almanya’yı, Avusturya’yı, İtalya’yı, hasılı bütün Avrupa’yı ezerek İngiltere ile Amerika’yı zapt etmektir. Ceddimiz Kaysüssücufüzzırtaftır.”
Müzekki Bey zihninde birden uyanan mazinin semi hatırasıyla:
“Zannedersem Zırtaf değil, Zırt.” dedi.
“Hayır efendim, Zırtaf! Siz mektepte çocukların bana ‘Hacı Zırt’ dediklerini hatırlıyor, ihtimal diğer münasebetler gibi bu mektep lakabını bozarak kendime aile ismi yaptım sanıyorsunuz. Hayır, yanılıyorsunuz. Benim ceddim Kaysüssücufüzzırtaftır! Bu ismin bütün Araplar indinde meşhur bir hikâyesi vardır. Bu hikâye binlerce âşıkane şiire mevzu olmuş. Hatta muallakatta bile telmih olumuş.”
Efruz Bey:
“Rica СКАЧАТЬ