“Olamaz.” dedim. “Ne vakit gördünüz?”
“Bu gece…”
“Rüyanızda mı?”
“Hayır…”
“Ya nerede?”
“Evde…”
“Hangi evde?”
“Yattığımız evde…”
Şaşaladım:
“Ne gördünüz canım?”
“Piyer Loti’nin göremediği bir şeyi! Hiçbir Avrupalının tanımadığı bir sırrı…”
Gülümsüyordum:
“Evet, ben sizin gizli mabedinizi gördüm.”
“Nasıl gizli mabet, canım?”
“Nafile! saklıyorsunuz. Ben gördüm işte! Asırlardan beri Avrupalıların gözlerinden sakladığınız mahrem mabedinizi, hususi mabedinizi bu gece gördüm. Ama emin olunuz, bu sırrı muhafaza edeceğim. Paris’e gidince gazetelere yazmayacağım, defterimde mukaddes bir şey gibi bu hatıra saklı kalacak.”
“Laflarınızdan hiçbir şey anlamıyorum.” dedim.
“Israr etmeyiniz, gördüm, gördüm…”
“Neyi, canım?”
“Gizli mabedinizi!”
“Bizim gizli mabedimiz filan yoktur.”
“Nafile inkâr ediyorsunuz, ben gördüm.”
“Tuhaf, çok tuhaf.” diye başımı sallıyordum.
Frenk’çik dayanamadı. Cebinden maroken kaplı bir defter çıkardı:
“Bak görmüş müyüm görmemiş miyim?” dedi. Son sayfaları okumaya başladı:
“Sabah! Büyük bir heyecan, bir haz içinde şu satırları yazıyorum. Dün Sermet’in takdim ettiği bir Türk’le bu İstanbul’un en meçhul yerine geldim. Meğerse Jak Kazanova, Piyer Loti filan konaklarla yalıların selamlık dairelerinde birer kahve içmekle Şark’ı gördük sanıyorlarmış. Asıl Şark görünmeyen tabakalarda… Ben işte hiçbir Avrupalının göremediği şeyi gördüm. Burası ihtiyar, dul bir kadının evi. Gayet dindar bir kadın. Evin içi, sofra takımı, âdet, tarzlar, hasılı her şey hiç bozulmamış. Tamamıyla alaturka. Gece beni en üst katta bir odaya yatırdılar. Sabahleyin gayet erken uyandım. Yataktan kalktım. Garip bir tecessüs içimi yiyordu. Ayaklarımın uçlarına basarak dışarı çıktım. Karşıda bir oda vardı. Kapısı aralıktı. Yavaşça gittim. Bir de ne göreyim? Gizli bir aile ‘mabedi!’
Beyaz perdeler inik. Aralarından soluk bir aydınlık giriyor. Duvarlarda birçok büyük levha asılı. Köşelerde ağır, ceviz ağacından yapılmış, demir çemberli mezarlar duruyor. Şüphesiz bu mezarlarda sevgili ölülerin mumyaları var. Bir tanesini açmaya çalıştım. Mümkün değil, kilitli. Sonra yerde irili ufaklı birçok kap duruyor. Bazıları bakırdan, bazıları porselenden. İçlerinde kıymetlileri var. Mesela kapının hizasında, birinci mezarın önündeki gayet kıymetli, etrafı altınla yaldızlanmış bir kap. Köşedeki yeşil bir vazo… Kim bilir nasıl bir topraktan yapılmış? Mabedin içinde manasını anlayamadığım bir nispet dâhilinde ipten birtakım zaviyeler gerilmiş.
“Bu mukaddes zaviyelerin üzerinde şüphesiz ölülere ait olan birtakım relique’ler asılı. Kaplarda mukaddes sular duruyor. Bazısında taşacak derecede çok. Mekke’nin, Medine’nin, kim bilir, hangi meçhul, hangi mukaddes köşelerinden gelen bu esrarlı, bu mukaddes sulardan tattım. Biraz kekremsi… Kapıların dibinde hafif, ama gayet hafif bir toprak tortusu var. Her kaptan içtim. Hepsinin tadı var. Kalbim çarpmaya başladı. Memnu bir mabede girmiş bir küfürbaz, bir hain, bir kâfir heyecanıyla dışarı çıktım. Sanki bu mezarlar birdenbire açılacak, içlerinden yüzlerce sene evvel ölmüş ihtiyar Türkler kavuklarıyla, yatağanlarıyla kalkıp üzerime yürüyecekler sandım. Sanki duvarlardaki levhalar sallandı. Mukaddes kapların içi çalkalandı. Sanki o an bir deniz olacak, oralarda beni bozacaklardı. Bu mukaddes suların hiddetini, sükûtunu, ulviyetini şimdi içimde duyuyor gibi oluyorum.
Esrarlı, müphem bir rehavet, bir ateş damarlarıma yayılıyor. Beynimde karanlık, meçhul bir kubbenin derin akislerini işitiyorum. Öyle anlatılmaz bir heyecan duyuyorum ki…”
……
Kendimi tutamadım. Öyle bir kahkaha attım ki… Frenk, marpucunu elinden düşürdü. Az daha nargilesi devrilecekti. Sabah keyfini çatmaya gelmiş müşterilerin afyonlarını patlattım. Dik dik yüzüme bakıyorlardı. Frenk sordu:
“Neye gülüyorsun?”
“Ayol, sen gizli mabede girmemişsin.” dedim.
“Ya nereye girmişim?”
“Sütannemin sandık odasına!”
“Sandık odası mı?”
“Bizim evlerde komodin, aynalı dolap filan yoktur. Eşyalarımız birer sandıkta, sandıklar da birer odada durur. O mezar zannettiğin demir çemberli ceviz tabutlar, bizim çamaşır sandıklarımızdır.”
“Ya duvardaki levhalar?”
“Sütbabamın eserleri… Yadigâr diye sütannem satmıyor.”
Frenk inanmıyordu. Ben hâlâ gülüyordum.
“Ya ipten yapılmış hendesi şekiller? O relique’ler?”
“Yağmurlu havalarda çamaşır asmaya mahsus ip. Zaviyeler, müsellesler, tesadüfen teşekkül etmiş, relique zannettiğiniz de kullanılmayan esvaplar.”
Frenk yine inanmıyordu. Mavi gözleri birdenbire bulutlanmıştı. Yalanımı yakalamış gibi başını salladı:
“Ya o mukaddes sular? Onlara ne diyeceksin azizim?” dedi.
“Gece yağmur yağdı. Sütannemin sandık odası, bildim bileli akar. Tavandan damlayacak yağmur suları yerleri ıslatmasın diye geceleyin Karanfil, o kapları odaya sıra sıra dizmiş olmalı.” dedim.
Frenk, evlerimizin üzerindeki “Maşallah” levhalarını millî bir sigorta şirketinin işaretleri, saçaklarımızda sallanan nazarlık pabuçlarını damdan dama kaçan hırsızların oralara takılıp kalmış ayakkabıları zanneden meşhur millettaşı gibi bir an durdu, düşündü. Derin derin nargilesini çekti. Yutkundu. Elinde açık kalan defterini cebine soktu. Ben hâlâ duruyor duruyor, gülüyordum.
“Gülme azizim, sizin sandık odalarınızda bile öyle esrarlı, öyle anlaşılmaz, öyle müphem, öyle dinî bir hâl var ki…”
“Ne gibi?”
“Öyle bir şey ki… СКАЧАТЬ