Metres. Hüseyin Rahmi Gürpınar
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Metres - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 8

Название: Metres

Автор: Hüseyin Rahmi Gürpınar

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6486-22-5

isbn:

СКАЧАТЬ efendiye akrabalık iddiasıyla vilayetlerden gelenlerden her biri uğraşabildiği kadar uğraşarak, ayrılmak zorunda kaldığı zaman bu davayı ilerletebilmiş olduğu noktada akrabasından birine ciro ederek buradan öyle savuşurdu.

      Yıllardan sonra davacıların iddialarının batıl olduğu meydana çıktı. Hakikat meydana çıktı ama bu hukukunu koruma işi Firuze Hanımefendi’ye kaça mal oldu? Hemen servetinin üçte biri bu yolda elden çıktı. Ellerinde düzgün senetlerle pek çok da alacaklı zuhur etti. Çiftliklerin, hanların büyük bir kısmı, sarraflarla, tefecilerle muameleli çıktı. Efendinin dillere destan olmuş o büyük servetinin ilişikleri temizlenerek gerçek mal olarak karısı ile oğlunun eline geçen kısmı, bütününe göre, ancak beşte bir kadar bir şeydi.

      Şadi Efendi gibi bir defa adı zengine çıkmış olanların halk arasında çok kere servetinin çok büyütülmesi tuhaf bir âdettir. “Zenginin malı züğürdün çenesini yorar.” meseli meşhurdur. Demek ki zenginlerin servetlerini tahmin ile vakit geçirmekten hoşlanan “lira” hasretlileri onu keseye atamamaktan ileri gelen yoksulluk acılarını şunun bunun parasının hesabını çoğaltmakla ağız ballandırarak unutmaya çalışıyorlar.

      İşte böyle etraftan malına pertavsız ile bakan züğürtlerin büyütmesiyle birkaç milyon lira sahibi sanılan Şadi Efendi, iradının hepsi ancak beş altı yüz bin liraya çıkışabilen bir zattı.

      Kaptan kaba boşaltılan bir suyun azalması gibi kocadan karısına, babadan oğluna geçişinde bu servet küçüldü. Borçların ödenmesi, davaların görülmesi, hasılı, yel üfürdü su götürdü, Firuze Hanımefendi’yle Hami Bey ancak ellişer bin liralık birer servet sahibi olabildiler. Herkesin “milyonlar” tahmin ettiği altınların “süzüntüsü” böylece yüz bin liraya inmişti. Fakat dışarıdan gene işin aslı bilinmeyerek bu ana oğulun servetleri pek büyültülerek hesap ediliyordu.

      Müstesna bir güzellik sahibi, yirmi üç yaşındaki Firuze paranın güzelliğe, güzelliğin paraya verdiği parlaklığın mucize yaratan hassalarını bildiğinden, güzelliğinin şöhretine bir de parasının Karun’unki gibi hesaplanmasının karıştığını duydukça sevinerek, serveti hakkında halkın bu görüşüne uygun görünecek bir geçim kapısı açtı.

      Kışın Beyoğlu’nda, yazın yalıda oturuluyordu. Haremin tantanası hiç bozulmadı. Selamlıktaki hizmetkârlar pek eksilmedi. Lando, rahat ve genişliği; kupa, lüzumu; fayton, hafiflik ve ferahlığı için elden çıkarılmadılar. Yağızların boyun kırışları, kesme kuyrukları; kırların yavaşlıkları hoşa gittiğinden, doruların emektarlığı göz önünde bulundurulduğundan ahır hemen boşalmadı. Konakta, yalıda her şey yerinde, insanlar eski hâlinde gibiydi. Bu gürültü içinde eksilen yalnız bir ihtiyar efendi olmuştu. Merhumun kendi eliyle diktiği fidan günden güne büyüyor, babasının acısını unutturuyordu.

      Parası güzelliğinden, güzelliği parasından baskın Firuze’nin, milyonları olduğu sanılan bu genç dulun şöhreti büyük küçük meclislerde konuşuluyor, her yerde bir türlü fikir yürütülüyordu. Onunla evlenmek isteyenlerin sayısı yüzleri geçti binlere vardı. Hanımefendiye âdeta deste deste istidalar veriliyordu. Bayılanın, ölenin, tutuşanın, yananın çokluğu hakkındaki sözlere hem dost şaşıyordu hem düşman.

      Firuze, evlenmek için etrafında böyle kırılışanlara gülüyor, hiçbirini kendine layık bulmuyordu. Efendinin kısa süren matemi bittikten, ağlanabildiği kadar ağlanıp âdet yerini bulduktan sonra sıra eğlenceye, zevk sefaya, gülmeye oynamaya geldi. Bu arada rahmetli de büsbütün unutulmayarak, birçok camilerde güzel sesli hafızlara hatimler indirtiliyor, mevlitler okutturuluyordu.

      Beri taraftan birbirinden güzel sekiz on genç cariye alındı. Her birinin istidatlarına göre kiminin eline keman, kimininkine ut, kanun, tambur, tef verildi. Ayağına çabuk olanlar raksa ayrıldı. Bir ikisi piyano başına geçirildi. Bunlara da flavta, keman ilave edildi. Alaturka alafranga iki takım düzüldü. Memleketin sazda, seste, piyanoda, viyolonda şöhret yapmış musiki ustalarından en ünlüleri bu kızların yetiştirilmesine tayin edildi. Hey hey mi hey hey!.. Medet mi medet!.. Bambum mu bambum!..

      Haftada bir iki gece yalının kafesleri fora… Her pencerede başka bir donanma varmış gibi türlü renkte ışıklar denizin titrek dalgaları üzerine nurlar saçarken piyanoya, kemana, flavtaya eşlik eden titrek, gönül gıcıklayıcı güzel bir kadın sesi en meşhur operanın ruhu çırpındıracak duygulara düşüren bir parçasını kâh hazin kâh şiddetli nağmelerle okuyarak arkadaki koruda akisler uyandırıp sanki mevhum bir rakiple yarışırdı.

      Biraz sonra, mükemmel bir ince saz takımının kârları, semaileri, besteleri, şarkıları, gazelleriyle bezmde başka bir hâlet, nağmede tesirli bir samimiyet, neşede diğer bir vect ve istiğrak peyda olurdu. Dinleyenler yavaş yavaş alaturka ağır havalarımızın uyuşturucu tesiriyle kendilerinden geçerken, birdenbire kemençenin, kemanın yaylarından, udun, tamburun tellerinden, teflerin şakrak zillerinden bir raks havasının, mesela “Bülbül olsam kona da bilsem dallere.” şarkısının kıvrak, sıçratıcı nağmeleri avuç avuç bir neşe yağmuru gibi ortalığa saçılmaya, en uyuşuk gönülleri raksa getirmeye, bellerde, omuzlarda kendiliğinden titremeler peydahlanmaya ve meclisin ahengini dalgalandırıp neşelendirmeye başlayınca, sırma saçaklı serpme pul fistanlı iki raks perisi meydana fırlayarak fistanlarının renginden alev almış sanılan pembe yanakları üzerinde kesik Avrupa kâkülleri o “Ya hey!” sesleriyle yayılıp yayılıp toplandıkça, gözler süzüle süzüle gümüş boyunlar sağa sola kaydıkça, sinelerden kabaran o ikişer taze göğüsler sığınacak kucak arar gibi titreye titreye ortalığı zelzeleye verdikçe, seyircilerin akılları zıvanalarından karış karış oynar, gene yerini bulurdu.

      Böyle sazlar neşe püskürür, rakkaselerin gözleri süzülür, avizelerin, fanusların parıltıları altında irili ufaklı kadehlerle renk renk içkiler içilirken ahengi dinlemek için bu neşeli yalının önünde toplanan kayıklarda, sandallardaki insanlar arasında Firuze Hanımefendi’nin şu sefalı yaşayışı hakkında bin türlü dedikodu yapılırdı. Bunlar arasında, hanımefendi beğendiği delikanlıyı ağırlığınca altına boğuyormuş cinsinden sözler birtakım züğürt zamparaların uykularını kaçırarak rüyalarında hep altın madenleri görmek, ağırlıklarınca altınla tartılmak gibi evhama uğramalarına sebep olmuştu.

      Üç çifte şık kayık hazırlanıp da arkaya serilmiş ipekli al ihramın sırma saçakları denizin mavi rengi durgun suları üzerinde izler bırakarak, sırma işlemeli al çuha saltalı, burma bıyıklı üç kuvvetli hamlacının bol yenli hilali gömleklerden uzanan adaleli pazılarının kuvvetiyle kayık bir tüy hafifliğiyle kayıp giderken, içindeki kuş tüyü döşemeye yaslanmış o güzelin, uzaktan vücudu pek fark olunmayan o “puf” yaşmaktan irtisam eden ince kaşlarına, toplu, pembe, ince dudaklarına canlar dayanmazdı.

      Firuze Hanımefendi karşısına bir cariye alarak deniz gezintilerini çok defa böyle yapardı.

      Hanımefendi Göksu’ya gitse bir düğün evi gibi orası şenlenir; Kalender’e doğrulsa hanımın güzelliğine tutulmuş vurgunlar hep o tarafa dökülürlerdi.

      Hami Beyefendi’nin terbiyesine, derslerine çeşitli hocalar tayin olundu. Fakat çocuğun zayıflığı, çelimsizliği annesini pek büyük endişelere düşürdüğünden çocuğa, öğretmenlerinin sözlerine uyması değil, hocalara küçük beyin emirlerine uygun şekilde bir nevi tedris usulü icat etmeleri tembih edildi. Çocuk hiç sıkıştırılmayacak. İsterse СКАЧАТЬ