– Niye aptallaştın kaldın, haydi girsene, – diyen sert sesi yankılandı ardından. Ama erkek olan düzgün yürümedi, omuzlarını öne eğerek olduğu yerde kaldı.
Geniş gövdeli akağaç ardına gizlenen Gülşan, İlğuca’nın kulağına uzandı:
– Bizim komşuların görmemeleri daha iyi… – dedi. Ondan sonra yine ekledi. – Seğize Abla’ya yemek verme, tek dedikodu yapmasını söyle.
Çok geçmedi, büyük bir tas tutarak kadın geri döndü. Olduğu yerde kalan kocasını görüp, acımadan kenara itti.
– Git, rezil, seni götürmek neye yarar…
Kocası uyandı, sonra, şaka yaptı.
– Belki, şeydir, karım gençliğimi aklıma getirmiştir, hi-hi!..
– Sana öyle gelmiştir. Git, en azından, çamaşır iplerini al eve götür. Yarına kadar ya kalır ya kaybolur. Buradaki serseriler…
– Niye durmasın, sığır boynuzuna mı takılmış yani! Rüzgâr esince kadının eteği havalandı ve sallanıp duran fener ışığında onun çırılçıplak, geniş baldırları kocasının gözüne takıldı. O, arka tarafa geçip koltuk altından tutmayı bırakıp birden kadının yumuşak yerinden tuttu.
– Haydi, karıcığım gidelim.
– Diğeri iki dirseğini de sallayıp çekip gitti ama, sesindeki kızma belirtilerini kesip, hatta biraz da nazlanarak konuştu.
– Senin yani o…
– Rüzgâr var, karıcığım, girelim serin, – diye mırıldanarak karısının arkasından çekiştirdi adam.
Arkalarından kapının kapanmasıyla, bütün bu şeyleri gören, izleyen Gülşan sevgilisinin bağrına yüzünü gizledi.
– Hay, şu Meğefür Ağabey, utanmaz ya, her şey için hep çene çalar durur, – dedi.
İlğuca konuşmadı. O anda olup biten görüntüden onların ikisi de rahatsızdı. Sadece sarılarak dikildiler. Az sonra bu olay unutuldu galiba, onlar birbirlerine eridi, delikanlı arzuyla tutup öptü.
– Ben gireyim artık, annem merak etmiştir, – diye duyulur duyulmaz yankılandı kızın sesi. Delikanlı ona karşı konuştu:
– Biraz daha kalalım da…
Onlar arzuyla öpüştü. Gülşan endişelendi.
– İlğuca nasıl döneceksin ki?
– Giderim, bana ne ki bu! – diyerek cesaret göstermek istedi diğeri.
– Ya bize girelim mi? Annem yanlış anlamaz. Ancak burada…
– Yok, Gülşan, Feyrüze Abla hasta. Başka bir zaman belki…
Bu duruma ikisi de içten bir şekilde sessizce güldü. Gülşan yönelip kare binanın pencerelerine baktı.
– Herkes de uyumuş, hiçbir pencerede ışık kalmadı, – diye belirtti o.
Yağmur damlaları güçlendi. Şimşek hiç aralıksız çakmaya başladı. O esnada, hiç beklenmedik bir şekilde çok şiddetli bir şimşek çaktı, sanki onların sığındıkları akağaca vuruldu.
– An-neciğim!! – diye çöküverip, İlğuca’nın bileklerine yapıştı o korkusundan, ama diğeri arka arka çalılık arasına girip duruyor. Şaşıran Gülşan birden ona seslendi.
– İlğuca niye ıslak ağaçların arasına giriyorsun?
O anda, Gülşan’ın aklını çıkartarak, birisi kızı tuttu ve delikanlıyı da arkasından itti.
– Yürü, küçük hanım, yürü, yiğidin varsa sen niye korkacaksın! – ses kaba, istihzalı idi. – Islak çalılık ileride şimdi! Hemen gideriz. Şimdi biraz sabret! Senin gibi kokmamış taze sazan işe yarayacaktır…
– Sizi utanmazlar! Kimsiniz siz? – Lakin azman gibi bir delikanlı debelenen kızın omuzlarına parmaklarını batırdı. Ya acıdan ya da aklı çıktığından Gülşan bağırmak isteyerek ağzını açtı, ancak güçlü bir el onun ağzını kapattı ve bileklerinden sıkıca tutup öne doğru çekiştirdi. Ter sinen pis avuçtan ne kadar kötü bir koku geliyordu. Canını kurtarmaya çalışıyor ama kaçılacak gibi değil. Delikanlılar iki kişiydi. İki taraftan da sıkıca tutmuşlardı. İşte, Gülşan’ın nefesi kesiliyor, boğuluyor ama ağzını iyice kapatan kötü kokulu avuçtan da kurtulurum deme.
– Debelenme, sazan, gidince yere yatıp birlikte debeleniriz!… – Bu tamamen başka bir ses. – Kimin utanmaz olduğunu o zaman öğrenirsin.
Yok, daha deminki ilk ses de uzak değilmiş:
– Çok güzel görünüyorsun, tutacak yerin de var… – Bu sözler ile bu rezil, Gülşan’ın göğsüne yöneldi, bir anda kurtularak kızcağız, diğer yiğidin elini ısırdı. Tabi, kendininki kıymetli, “ah!” dedi.
– Bırakın bizi, kimsiniz siz? – diye bağırdı ama onun sesi bu geceki mahşerde çok uzağa gitmedi. Aklına şöyle bir fikir geldi: “İlğuca’yı nereye koydular, yoksa… yoksa bırakıp kaçtı mı?” Ama ikinci bir iç ses karşı çıktı: “Yok, bu mümkün değil, değil!…”
Eli ısırılan yiğit, ağzından içki kokusu saçarak birden sinirlenip, Gülşan’ı arkadaşından çekti aldı.
– Versene, ben seni, dişlerini ağzına dökerim, kancık!…
Kızcağız bir süre şuurunu kaybetti, o hiçbir şey işitmez oldu. İlk delikanlının söyledikleri zar zor kulağına çalındı.
– Değme, Vadik, bırak, işi bozuyorsun!
– Neyini bozuyormuşum onun? – zehir saçıyor o.
Önceki ses yine karşı çıkıyor:
– Sadece bugünle yaşama moruk, işi bozuyorsun. Kendi aralarında tartışıyorlar. Her hâlde sana düşecek, korkma!
– Korkulacak bir şey kalmadı artık…
Kendine geldiğince Gülşan ile İlğuca yan yana duruyorlardı. Metruk bir demir garajdı. Yukarıdan şıpır şıpır su akıyor, burası bir barınak gibi. Bir de baş ucundaki demir tıkırdayıp duruyor. Bir yerden sallana sallana aydınlık giriyor. Pencere gibi olan şeyler bir delik sadece, ayrıca rüzgâr da esiyor. Gülşan üşüdü, gayriihtiyari İlğuca’ya yaklaştı. Diğeri de ona sarılmaya çalıştı…
– Bırakın bizi, yiğitler, – İlğuca’nın sesi duyuldu. СКАЧАТЬ