Yüzbaşı bloknotunu çıtırdatarak yazıyordu. Boş dönmek istemiyor gibi.
Doktor devam etti:
– Boynunda ipin izi kalmış…
Yüzbaşı birden yazmayı bıraktı.
– İp izi mi kalmış diyorsunuz? – O, bu anda kalkıp bakmak istedi ama doktor izin vermedi.
– Hayır, hayır, lütfen, onun bel kemiği kırılmış, iki kaburgası çatlamış, şu anda geçici olarak sardık. Bir cerraha göstermek gerek…
İlğuca bunların sesini duyuyor. Çok uzaktan, bir küpün içinden yankılanıyor gibi. Kulak verince, cerrah sözünden titredi. Ama, bu ikisini dinlemeye devam etti.
– Asmaya mı niyetlenmişler yani? – Bu yüzbaşının sesi. Ona doktor cevap veriyor:
– Söylemesi zor. Onu kaldırımda su birikintisinde bulmuşlar. İp falan da yok.
– Belki, onu asmaya çalışmışlardır. Serseriler çok. Geçenlerde burada… Yüzbaşı bir şeyler söyleyecekti ama doktor onu böldü.
– Gece boyunca çok güçlü bir yağmur yağdı. Korkutucu bir biçimde gök gürledi, şimşek çaktı. Böyle zamanlarda insanlar bazı duygulara kapılır. Tabi bilinmez yine de. Ama buna şahit oldum: Tabiatın böyle fırtınalı günlerinde bizim hastaneye hastalar daha çok gelir. Kendi hastalığı için değil, ama işte… ya dövülüyor ya da bir yerlerden düşüyor…
Yüzbaşı yine çıtırdatarak bloknotuna yazdı.
– Düşme dediğinizde, yukarıdan, balkondan atlandığında da bu travmaların olması mümkün mü? – O, yataktaki yiğidi işaret etti.
– Elbette, mümkün. Sadece… Böyle zamanlarda genelde köprücük kemiği zarar görür, ayak kırılır. Ama bizim hastanın ayakları sağlam.
– İyi kontrol ettiniz mi? – Yüzbaşı şüphesini belirti.
– Kontrol ettik. Kolu kırılmış. Yani düşmediği belli. – Doktor kadın, kendisi de meraklandı galiba; bir şeyleri hatırlayıp birden yerinden kalktı.
– Hatırladım!
– Neyi? – Yüzbaşı da canlanarak hemen bloknota yapıştı.–Evet, evet…
– O… iç çamaşırlıymış… Bir evin önündeki kaldırımda su birikintisinde yatıyormuş. Çok ıslanmış. Gardan gelen birisi “ambulans”a telefon etmiş.
– Bunları biz de biliyoruz. Yani, o bir kapıdan çıkmışa benziyor. Bizimkiler yakın çevredeki daireleri dolaştılar ama şu ana kadar şüpheli bir şey bulamadılar. Tuhaf…
– Tuhaf değil, üzücü. Doktor İlğuca’nın elini kontrol ederek tuttu ve yeni bir konu başladı. Yani yüzbaşı yoldaş, cinayet arttıkça artıyor bugünlerde.
Bu söz onu suçlar gibiydi. Doktor, İlğuca’ya baktı ve onun uyumuş olduğuna inanınca, tekrar devam etti. – Biz hayatı hafife alıyoruz, demokrasi, glasnost39 diyoruz ama düzen yok. Siz öfkelenmeyiniz, o sadece bizde değil tüm ülke içinde böyle. Bugünlerde karaborsacılar için biz bütün şartları oluşturduk. İşte, Ufa’nın merkez pazarına yaklaşılacak gibi değil. Önce altmış yetmiş hum olan çizmeler, parlak bir ek işlendikten sonra pazarda iki yüz hum ya da üç yüz oluyor, hatta daha fazla. O, kooperatif dedikleri şeyi de düzene sokacak mısınız yoksa yok mu? Mağazadan alınacak hiçbir şey kalmadı. Kooperatif olunca, onlar kendileri üretmeli değil mi yani?
– Ya… kooperatifler bize ait değil. Ben o işler ile uğraşmıyorum, demek istiyorum. Evet, problemler var.
– Sadece var denemez, çok! Arttıkça da artıyor. Ayıp. Biz hukuk devleti kuruyoruz diye övünüyoruz, ama biz gözümüzü biraz daha açıp baktığımızda bir tane bile hukuk kuralımız yok. E, niye cinayet artıyor?
Yüzbaşı, hastane odasında böyle bir tartışma olabilir diye düşünmemişti galiba, şaşırdı. Ama kendi kurumunu da savunmaya çalıştı:
– Bizim gücümüz yetmiyor ki. Halk da yardım etmiyor…
Doktor o anda sözü kaptı.
– Nasıl yardım etmiyor? Doğru değil bu… İşte geçen cumartesi, pazarın kurulduğunda tramvaya binmeye geliyordum. Ne göreyim: Restoranın önünde, beş delikanlı birbirlerini kana bulayarak dövüşüyordu, ama cop tutan iki adamınız onlara gülümseyerek baktı ve gitti. Dayanamadım, gidip kollarından çektim. Ben konuşuyorum, ver şu sopanı, şimdi gidip omuzlarına vurayım, diyorum. Utanmıyor diğeri. Dövüşsünler abla, artık demokrasi var, bu onların şahsi işi, diyerek birisi de ağzını ayırıyor. İyi ki, oradaki erkekler gidip aralarına girdi. Bir yerleri acısa bize getiriyorlar yani. Yok, polis çalışmıyor.
– Adam yetmiyor ki. Maaş az.
– E niye, bizimki çok mu? İşte böyle bir mahluku ayağa kaldır bakalım. Gece gündüz yanlarından ayrılamıyoruz. Doktor, İlğuca’yı işaret etti, yiğit bütün söylenenleri dinleyip duyuyor. Yavaş yavaş hafızası yerine gelir gibi oldu. Yüzbaşı kalkıp gitmeye hazırlanıyordu galiba.
– Bu delikanlı ne zaman kendine gelir acaba? – diye yorgun bir sesle sordu.
– Önce bir cerraha göstermek gerek. Buraya yarım saate kadar gelecek. Ben de onun için bekliyorum. Zavallı delikanlı genç de. Doktor kadın hâlâ deminki konudan ayrılamıyordu galiba, sesini azaltsa da devam etti. Polis için şu anda bütün olanaklar yaratılıyor. Sizin de şikâyet etmeniz değil, çalışmanız gerek. İşte cinayetler arttıkça bizim meşakkatimiz de artıyor. Bilmek isterseniz, o bizim alay ettiğimiz durgunluk devri zamanında çok çok azdı cinayet, olduğunda da çözüp sonlandırıyordunuz. Artık pek çoğu serbestçe dolaşıyor serserilerin, avarelerin. Çoğu genç, hiçbir yerde çalışmıyor, ana babalarının sırtından geçinip, keyif çatıyorlar! Yaralananlar şimdi iki kat daha fazla geliyor bize. Bilmiyorum, tek maaş yetmiyor diye oturduğumuz da yok. Yani tutup tecavüz mü etsinler, ya…İşte ne yani? Haraç çeteleri mi? Onlar ne ki? Soyguncular…
– Ağrıyan yere dokundunuz… – diye hayıflandı yüzbaşı, bu kadının eline nasıl düştüğüne üzülüyordu galiba.
İlğuca’nın birden “şak” diye aklına geceki eski garaj, dört serseri delikanlı geldi. Beyni güçlükle çalışmaya başladı. Yağmur. Şimşek çakması, kesintisiz gök gürültüsü… Eski garaj… Tekmelemeler… Aniden İlğuca’nın beynine sıcak kan geldi. Bir şeyler onun göz kapaklarını yakıp geçti. O kendisini fark ettirtmeden hareket etmeye çalıştı ama gücü yetmedi; bu, bütün vücuduna akıl almaz bir sızı yaydı. Doktor da yüzbaşı da birden kalkmıştı.
– Niye ağlıyorsun, kardeşim? – diyerek, doktor hemen pamukla onun sıcak gözyaşlarını sildi; İlğuca hafızasını zorladı, dişlerini gıcırdattı, biraz nefes aldı, yavaş ve güçsüz СКАЧАТЬ
39
Sovyetler Birliği’nin son döneminde ülkede bilhassa ekomomik sorunlara son vermek amacıyla uygulanmış politika; açıklık politikası.