Название: Tanrı Dağları'nın Zirvesi Aytmatov
Автор: Анонимный автор
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6981-67-6
isbn:
Savaş zamanındaki asker kaçaklığına ilişkin çocukluk çağımda işte şöyle bir dedikodu da duymuştum: Cazı nehrinin güney kıyısında tam kuzeydeki bizim köye tam karşı gelen Erkin Too isimli devlet kooperatifi savaş bitmek üzereyken elektrik istasyonu kurup çatılarını, sokaklarını gece boyunca aydınlattı; ektikleri buğdaylardan hayret edilecek kadar bol miktarda hasılat elde etti, beş altı çalışanının “Sosyalist Emek Kahramanı” unvanı aldığı gazetelerde yazıldı. Kolhozun kendisinin de idaresinin de ünü uzaklara yayıldı.
Erkin Too’nun beklenmedik bir şekilde insanı hayrete düşüren başarılara ulaşmasının sebebini bizim köydekiler şöyle anlatırlardı: Doğru mudur, yalan mıdır, şimdiye kadar kimsenin araştırdığı yok, ancak benim çocukluk döneminde duyduğum dedikodulara göre, savaş başlamak üzereyken Erkin Too’nun müdürü uzak köylerden askere alınmaktan kaçan gençleri gizlice kabul etmiş, onları birçok kolhozcuya fark ettirmeden dağ eteğindeki köyünün ta öte tarafındaki ormanlığın çukurluklarına toplamıştı. Yabancı gözlerden ırağa kapatılan asker kaçaklarına yatacak yer kurdurup onların yemek meselesini çözmüş, sonra da onlara toprak sürdürmüş, ekin ektirip biçtirmiş, harman ettirmiş, yem hazırlatmış, hayvan baktırmış, onları tam bir köle gibi zorla çalıştırmıştı. Dede ve ninelerle, kadın ve çocuklarla kalan kolhozlar tarım ve hayvan ürünleri üretiminin iyice düştüğü yıllarda Erkin Too yeterince büyük, güçlü kuvvetli asker kaçaklarından oluşan bir ekibin zorla çalıştırılması sayesinde her açıdan heybetli bir şekilde gelişmişti.
Çocukluk çağından gördüğüm ya da duyduğum bu ve benzeri olaylar “Yüz Yüze” hikâyesini okur okumaz aklıma geldi. O zamanlar savaştan sonraki çok uluslu Sovyet edebiyatında savaş sırasında memleket içlerinde kalan halkın geçimini sağlamasının gerçek dramatik ve trajik taraflarının, insanların değişen ilişkileri ve hüzünlü kaderlerinin olduğu gibi yansıtılmadığına iyice inanmıştım. “Yüz Yüze”de ise geçmiş savaş dönemindeki köy hayatı gerçeğine ait o zamana kadar edebiyata yansımayan dramatik bir olay resmî ideolojik taleplerle örtüşecek bir şekilde siyasileştirilmeden özellikle Kırgız yazarlarının hâlâ tutuna geldikleri “sınıflar mücadelesi” ideolojilerine dayanmadan basit bir gerçeklikle açık, canlı ve inandırıcı bir şekilde betimlenmişti. Hikâyenin bu fazlalıkları sadece gönlümü ferahlatmakla kalmadı, aynı zamanda beni şiddetle sarstı. Bu sebeple yazmakta olduğum makaleye “Yüz Yüze”nin başkahramanı İsmail’in asker kaçaklığı macerasını gerçek hayattaki ve edebî kitaplardaki asker kaçaklarının kaderleri ile karşılaştırmak istedim ve buna hazırlanmak niyetiyle eski yeni savaşlara ilişkin olayların betimlendiği eserleri ve savaş konusunun bedii edebiyatta işlenmesi konusunda yazılan bilimsel kitapları okumaya başladım.
Bir gün bir kitapta o dönemde Sovyetler Birliği’nde büyük değer verilen Ernest Hemingway’in söylediği bir şeye rastladım. O, hem Birinci Dünya Savaşı’na hem de İkinci Dünya Savaşı’na kendi iradesi ile katılmış olduğunu belirterek şöyle demişti: “Savaş dünyanın baş belası, bahtsızlık ve zorluktur, ancak bazen böyle felaketlerin doğrudan üzerine gitmek savaşmak zorunda kalırız.”
Bu sözler “Yüz Yüze”nin konusu ile ilgili olarak kafamda kurduğum düşünceler silsilesine yeni bir yön verdi, bana hikâyenin başkahramanının kanlı meydana gitmekten korkarak kaçmasının psikolojik sebeplerini ortaya çıkarmak için bir anahtar olacakmış gibi göründü.
Bu konuyla ilgili olarak şöyle bir fikir yürüttüm: Elbette, kanlı savaş meydanında bulunan bir insanın tepesinde ölme ihtimali kıla bağlanmış bir kılıç gibi daima sallanıp durur, bu yüzden her bir can taşıyan insan savaşa gitmekten (yani, ölme ihtimalinden) korkar. Savaş meydanına hiç kimse öyle heyecanla, sevinçle, atılarak gitmez. Ancak güçlü kuvvetli bir düşman işgal amacıyla bir ülkeye saldırırsa ülkenin sadece millî bilinci özümsemiş, vatanseverlik inancı taşıyan vatandaşları, kelimenin tam anlamıyla, işgalin kendi halkını, akrabalarını, ailesini köle etmek için yapıldığını şiddetli bir biçimde hisseden, ilerlemekte olan düşmana karşı silahlı bir mücadele yapılmasının zorunlu olduğunu açıkça anlayan bilgili insanlar ölüme razı olarak kendi iradeleriyle savaşa tüm benlikleriyle girerler. Günlük geçimini temin etme, ailesine bakma, efendisine (hükûmete ya da ezici zengine) tabi bir hâlde çalışma durumundaki ve vergi ödeme güçlükleri ile ne yapacağını bilemez hâldeki sıradan çalışanlar, özellikle çiftçiler kanlı meydana sadece devletin mecbur etmesiyle boynundan bağlanmış gibi ezile büzüle, ölme korkusundan bembeyaz kesilmiş bir hâlde çaresizce giderler. Sıradan halkın, canını çok seven, eceli gelmeden ölmek istemeyen, ölmekten aşırı korkan bazı temsilcileri savaşa gidecek bir asker olmaktan titreye titreye kaçar ve asker kaçağı olur. Böyle bir kaçaklık devlet gözüyle bakıldığında sıradan bir suç olarak kabul edilir, pasifist ideoloji açısından bakıldığında ise sıradan bir insanın kibirli, militarist ülke yöneticilerinin çıkardıkları kanlı çatışmalara karşı tabii bir protestosu olarak görülür. “İki deve döğüşse ortadaki karasinekler kırılır.” der Kırgız atasözü. “Yüz Yüze”nin başkahramanı İsmail de boş yere kırılacak karasineklerden biri olmak istemediğinden asker kaçağı olmuştur.
“Yüz Yüze”nin konusunu derinlemesine değerlendirme amacı taşıyan bu düşünce ve yorumlarım küçük bir çocuğunki gibi masum, ideolojik açıdan zayıf olsa bile, gönlümü tamamıyla kazanmış, beni mıknatıs gibi kendine çekmiş, oldukça heyecanlandırmıştı. Bunların hepsini kâğıda geçirmek amacıyla Kambaralı Bobulov’a (Ala Too dergisinin eleştirmenlik bölümünde çalışan arkadaşıma) sakin sakin anlatmaya başladığımda sözlerimden bitirmeme fırsat vermeyecek derecede heyecanlandı ve bana Sovyet vatanseverliği, edebiyattaki partili olma prensipleri, adaletli savaş ve adaletsiz savaş konuları hakkında uzun bir ders verdi. Sonunda o: “Hey rızksız yetim, siyasete bulaşmayıp kendi işine baksana!” dedi. – Makaleni şimdi söylediğin gibi yazarsan hiç kimse basmaz, başkalarını bilmem ama ben basılması için editörüme sunamam”.
Gerçekten de düşündüğüm gibi bir makale yazılırsa bu makalenin basılması mümkün değildi. “Yüz Yüze” hakkında, eserin niteliğinin, tiplemelerinin güzel olduğunun, ustalıkla yazıldığının belirtildiği bir şeyler yazmak ise beni o kadar da cezbetmemişti.
Birdenbire 1958 yılının güzü geldi ve üniversitenin son sınıfında okumaya başladım. İşte o sırada “Cemile” hikâyesi Moskova’da çıkmakta olan en ünlü önemli dergi Novıy Mir’in (Yeni Dünya) 8. sayısında yayımlandı. Bu eser okurların büyük ilgisini çekti. Novıy Mir’in söz konusu sayısı elden ele dolaşarak, sıra beklettirerek, çekiştire çekiştire okundu. Okuyanların hepsi hikâye hakkında memnuniyetlerini, okurken büyük bir zevk aldıklarını belirttiler.
“Cemile” benim gibi edebiyat meydanına yeni yeni adım atan Kırgız gençlerini çok güçlü bir şekilde etkiledi. Çünkü bu eserde hepimizin görüp bildiği köy insanının yaşam biçimi, psikolojik farklılıkları, örf ve âdetleri, aynı zamanda doğduğumuz yerin tabiatının gönüle yakın, tanıdık görünüşleri, olayları, renkleri aynı Rus klasiklerinin romantik gençlik çağlarında kalemlerinden çıkmış gibi yüksek bir derecede güzel betimlenmişti.
Yine, “Cemile” SSCB’nin her bir köşesinde, özellikle Orta Asya’da yaşayan, edebiyat sanatına ciddi bir şekilde girişen, gerçek СКАЧАТЬ