– E, sen… – Bibinur eteğini daha yeni indirdi, kenara çekildi. Yani gör, işte benim boyum posum der gibiydi. Yine her heceye vurgu yaparak tekrarladı. – E, sen şans-lı ol!… Sana kim karışır?… – Bu sözler ile o rahatlayıp, başını arkaya atarak yumuşak saç tutamlarını dans ettire ettire daha garip bir sesle kahkaha attı.
“Bana gülüyor, kancık diye düşündü Baygildi. Sırtı yere geldiği hâlde gülüyor. Bakıp göreceğiz…” Baygildi çok heyecanlandığında kendi memleketi Dim boyu konuşmasına geçer:
– Sin ne kadar? – diyerek aniden Bibinur’a doğru yürüdü o. –Tadına baksak çok iyi olur bu çileğin.
– Tadına bakmak istediğinin, senin için değerli olduğunu da aklından çıkarma delikanlı!…
Lakin Baygildi’ye bir şeyler oldu. O sözünü daha söyleyip bitirmeden Bibinur’u sarıp kucakladı ve ona nefes almaya fırsat vermeden, yarı açık ağzından açgözlüce öpmeye başladı. Öptükçe hayret etti delikanlı. Böyle bir hisse hiç kapılmamıştı. Tekrar yeltendi. Ama o ana kadar sadece göstermelik olarak karşılık vermeye çalışan Bibinur, delikanlının dudaklarını acıtacak kadar ısırdı ve gülümseyerek dışarıya iterek gönderdi. O, bir şey demedi, bluzunun düğmelerini geri ilikledi ve iki elini göğüslerinin üstüne kavuşturup, kibirli bir duruşla Baygildi’ye bakmaya başladı.
“Cindir bu diye düşündü yiğit, ısırılan dudaklarını ovup. Ah albastı…” Ama üzülmüyordu. O an kendine geldi. O zamana kadar yaşamış ama böyle bir şaşkınlığın mümkün olabileceğini öğrenmemiş. Özellikle kaba konuştu.
– Tatlı! Gerçekten de tatlı… Böyle dediklerini duymuştum.
Böyle deyince, kulağının dibinden ağır bir kitap vıj diye geçti. Şansından Baygildi’nin alnına değmedi. Sır vermedi delikanlı, o “albastı”ya doğru baktı:
– Ben bu gece gerçekten de şanslı olmak istiyorum, bekle!… – dedi o kaba bir sesle. Ve kapıya gitti. Ama, aşağı inince yine arkasına döndü, Bibinur ilk görüşündeki tüm güzelliğiyle gülümsüyordu. El salladı delikanlı:
– Ben gerçeği söyledim!
O da ona belli belirsiz bir şekilde kirpiklerini kırpar gibi yaptı.
İşte böyle, sigara almayı da unutup çıkıp gitmişti dün bölge arazilerinden.
…Tatlı düşüncelerinden arınıp, Baygildi kapı dibinde kucaklaşan iki kişinin yanına gitti. Bu belirsiz erkeğe karşı delikanlının yüreğinde bitmez tükenmez bir nefret uyanmıştı.
– Vay, albastı!… – diyerek dişlerini gıcırdattı o.
Yakınlarına gelen adamı görünce o ikisi hemen birbirlerinden ayrıldı. “Çelimsizmiş de, deyip düşüncelerini değiştirdi Baygildi… Şimdi görmediğini göstermek gerek… Belki diğerinin de yumuşak yerine vurmak gerekir. Böyle bir zamanda kadınlar kızlar canını çıkarıp verecek gibi olur…
Çelimsiz yiğit yumruğunu sıkıp gelene doğru yürüdü. Lakin onu Baygildi gelir gelmez tutup yakasından çekiştirmişti.
– Niye burada geziniyorsun?
O iyice kaldırıp sarstı kurbanını. Vay bu tam bir yeni yetmeymiş ya.
– Sin kimsin? – diye fısıldadı Baygildi. Genç delikanlı sarsılmıştı. Bundan dolayı da bir şey söylemedi.
“Vay, albastı!… Bulmuş bir adam, çoluğu çocuğu da azdırıyor, kancık…”
Ay bulutların arasından birden çıktı ve kapı dibini aydınlattı. Orada tamamen farklı, saç örükleri beline kadar inen yabancı bir kızcağız bakıyordu. Çok korkmuş o.
– Sin… kime geldin? – Bunu şimdi boşu boşuna sordu Baygildi, yanıldığı için utanarak.
– Elfiye’ye… – diye yavaş yavaş söyleyebildi küçük delikanlı. Bundan sonra, Elfiyesi kendine gelince onların yanına fırladı.
– Niye dokunuyorsunuz ona? Onun ne suçu var? – Genç kız ağlamaya başladı. Üzüldü bu ikisi.
– Affedersiniz, af!… Yanılmışım…
Elfiye hiç beklemedi.
– Siz yanılmışsınız. Onun ne suçu var? Rüstem’i yarın orduya götürüyorlar…
Keyfi kaçtı Baygildi’nin. Dışarıya bakıp dişlerinin arasından küfretti ve nazik olmaya gayret ederek, Rüstem’e seslendi:
– Gerçekten mi, birader?
Rüstem kanat çırpan küçük bir horoz gibi, omuzlarını gerip, giysilerini düzeltti:
– Yarın saat onda gönderiyorlar, ağabey.
Baygildi onu omuzlarından tutup, kendine çekti.
– Sen beni… şey.. Kötü olarak hatırlama yani… Ordu benim de hatırıma geldi. Ayrılmak zor. Ondan sonra sakinleşen Elfiye’ye baktı.
– E, siz… – kızcağız kekeledi. Sessizce güldü. Beni bizim dairede yaşayan Bibinur Abla’yla karıştırdınız, galiba… Öyle mi ağabey? Onun yanına böyle geç gelmiyorlar… Gelseler de arabayla…
Üçü de rahatladı.
– Tamam, bacım, sen bu durumu ablana söyleme şimdi, Baygildi niye geldim diye hayıflanmaya başladı gibi. Cebindeki şişeye şak diye vurdu ve Rüstem’e seslendi: Sen, kardeşim, istediğin kadar yavaş vedalaş!…
Onlar kesik kesik gülüştüler. Baygildi, kendine bir yer bulamamış gibi, durduğu yerde biraz tepindi ve başka yere gitti.
Sekizinci Bölüm
Yüzşişme köyü Aknögöş vadisinde bulunmasına rağmen, onun uzun üç sokağı da birbirleriyle aynı paralelde, uzunlukları da eşit. Ama köy hâlâ büyümeye, genişlemeye devam ediyor. Ayrıca gençler, askerden dönünce, baş göz olduktan sonra, kendine ev yapıp, ana babasından başka bir yere çıkmayı tercih ediyor. Ama yer meselesi gittikçe zorlaşıyor. Üç sokak da artık uzatılacak gibi değil, bir taraftan dik kayaya gidip dayanıyor, diğer uçta da kolhozun at haraları, çiftlik ağılları, kilerleri umumiyetle çiftliğin araç gereçleri duruyor. Köyün demirliği, değirmeni de burada hatta. Bunları kaldırıp, yeni evlerin yapılacak olması büyüklerin hoşuna gitmedi. İşte böyle kendi kendine dördüncü sokak oluştu. Kolhoz Sokağı. Halk isim koymakta usta tabi. En başta idare binası durduğu için, böyle adlandırdılar.
Gerçi, Kolhoz Sokağı diğer üçünden de daha büyük. Oradaki bütün binalar da, aşağıdakilere görünüyor. Kim dönüyor, kim gidiyor, gizlenecek gibi değil. E, Kolhoz Sokağı’ndakilere, tam tersi, aşağıdakiler avuç içinde gibi yayılmış. Kısacası iki taraf da aslında uygun değil.
Kolhoz СКАЧАТЬ