Açlıktan ıstırap çeken Meryem de utanma duygusunu henüz tamamen yetirmemiştir. O, rezil bir duruma kendi köyünde düşmektense kimsenin tanımadığı yabancı bir köye gitmeyi tercih eder:
“Zamanında tok yaşamayı öğrenmiş vücut dayanamadı, üç gün taşı kemirecek halde aç dolaştı ve sonunda ‘Ne görürsem yabancıların arasında göreyim, hiç olmazsa utancı olmaz!’ diye yola koyuldu.” (308).
Fakat açlığın şiddeti artınca aç insanlar, artık iyice elden ayaktan düşer:
“Köpekten kalan ceset için kavga edecek gücü de bulamadı kendisinde.”; “Ambar ve kilerlerin kapıları ve çatıları demirden, duvarları taştan, kilitleri de büyüktü. İsteseler de onları kırıp içeriye girmeye güçleri yetmezdi.”; “Sayıklayarak bunları düşünmekten Gerey’in de artık dayanacak gücü kalmamış, gözlerinin önü kararmıştı.” (296, 312).
Daha fazlası, artık hiçbir şey düşünemez vaziyete gelirler:
“Dili fazla dönmedi, zihninin bir köşesinde kıpırdayan diğer düşünceyi de durduruverdi.”; “Ama Gerey, bunları düşünemedi.” (288, 304).
Aylarca aç kalan insanlar, sadece düşünme kabiliyetini değil duyu ve duygularını, etraftaki güzelliği görme kabiliyetini de yitirirler:
“Kendinde sövecek gücü de bulamadı.”; “Hepsinin üstü-başı yırtık, yüzleri gülümseme veya kızgınlık gibi duyguları çoktan yitirmiş.”; “Ay ışığıyla aydınlanan bir akşamdı. Dünya güzeldi. Ama Gerey, bu güzelliği görmedi.” (288, 304, 312).
Açlıktan dolayı cereyan eden ve eskiden ahlak dışı kabul edilecek olaylar ve ölüm, aç insanlar için artık sıradan bir şey olur. İnsanlar, açlıktan ölenlerin ölümlerini bile kanıtlamadan, onları diğer ölülerin yattığı kilere götürürler:
“Bugün sabahtan onu ‘Öldü ya da nasılsa ölecek.’ diye mi buraya getirip atmışlardı.” (290).
Eskiden yerine getirilen gelenekler, toplumda sarsılmaz bir yer edinen ve toplumun ahlakını ayakta tutan örf-adetler sorgulanmaz duruma gelir:
“Ölenlerin arkasından ağlama, onları kefenleme, mezar kazıp lahit oyarak toprağa verme gibi eskiden olan tokluk zamanının iyi adetleri çoktan unutulmuştu.”; “Bu gelenek başka türlü oluyordu sanki… Bu şekilde olur mu hiç?’ gibi sorular hiç kimsenin aklına bile gelmedi.” (288, 290, 311).
Ne yazık ki dini vecibeler de toplumda artık yerine getirilemez:
“Balta, kürek gibi nesneleri eline alıp kışın sert soğuğundan donarak taş kesilen toprağı kazacak, cenaze namazı kılıp mezarlığa götürecek kuvvet kimsede yoktu.”; “Allah’ın bendeleri ibadeti tamamen unutmasınlar diye camiye götüren yolu her gün kardan açıyorum fakat gelen yok… Gerey, hiç bir şey anlamadı. Bu sözler ona çok uzakta kalmış bir rüya ya da bir zamanlar olup biten bir olay gibi geldi. Beyninde ve kalbinde buna cevap bulamadı.” (288, 297).
Açlığın dehşeti önünde çocuk sevgisi, acıma, vicdan azabı gibi duygular da körerir ve unutulur:
“Gerey, Nefise’nin yüzünü bezle kapattı ve bıçağı boğazına bir kaç defa sürttü… Vicdan azabı diye bir şey hissetmedi. Ahlak, vicdan gibi insan tokken ortaya çıkan kavramlar ve kuvvetler çoktan onun aklında sönmüştü.” (319-320).
Açlığın pençesine düşen insanlar için artık hiçbir şey -hatta günlük hayatta yer alan uyku gibi bir durum bile!– eskisi gibi olmaz:
“Fakat bu, tok karna uyunan rahat bir uyku değil… Gerçek mi, rüya mı, cehennem mi ne olduğu anlaşılmayan bir uykuydu!” (302-303).
Korkunç açlığın acısından aklını yitirip yamyamlık durumuna gelen, insani sıfatlarını kaybeden âdemlerin yaptıkları, eserde sert, hatta fotoğraf çekercesine gerçekçi, dünya edebiyatının bütün dönemlerine özgü olsa da Sovyet edebiyatı eleştiri tarihinde “dekadan belirtisi” olarak kabul edilen natüralizme özgü bir şekilde tasvir edilir. A. İbrahimov’un yaratıcılığında her dönemde natüralizm yer alır “Zeki Şekèrtneŋ Medreseden Kuvıluvı” (Şakird Zeki’nin Medreseden Kovulması, 1907), “Âdemler” (1923), “Tiren Tamırlar” (Derin Kökler, 1928), “Bèznèŋ Könner” (Bizim Günler, 1920). Tatar edebiyat uzmanı Z. Salahova, A. İbrahimov’un eserlerinde natüralizmin üç türünü vurgular. Yazarın yaratıcılığının ilk yıllarında natüralizm, hayatı olduğu gibi tasvir etmekte belirir. Romantizm usulüyle yazılan eserlerinde natüralizm, insan biyografisinde her şeyi ele alarak gereğinden fazlasıyla tasvir etmekte gözükür. Sovyet döneminde yazdığı eserlerindeyse natüralizm, artık insanın biyolojik doğasını, fizyolojik durumunu ve temel içgüdülerini ön plana çıkarır. “Âdemler” adlı öyküde natüralizmin bütün bu üç türüne de rastlamak mümkündür (Selehova, 2002: 274-278). Örneğin, A. İbrahimov açlıktan hızla buruşup yaşlanan çocukları o kadar gerçekçi anlatır ki okuyanın kalbi zor dayanır:
“Çocuklar, elden ayaktan düşmüş yatıyorlardı. Onlar ayların devamında değil, gün ve saatler geçtikçe yaşlanıyorlardı. Elleri incecik kemiğe dönüştü. Kaburgaları, göğüslerinin iki yanına dizilen çıralar gibi çıkık duruyorlardı. Boyunları bilezik misali incelip çirkin bir şekilde uzadı. Sekiz yaşında olan güzel sabi Nefise’nin yüzü kırışarak kurudu. Yüzünün kemiklerinin her biri ayrı ayrı keskin bir biçimde öne doğru çıktı, derisi gevşeyip sarktı. Buruşuklar dolu küçük, hâlsiz yetmiş yaşında bir nineye benzedi.” (312).
Ama açlık sadece çocukların değil, artık büyüklerin de dayanamadığı boyuta gelir:
“Ah bir lokma ekmek verselerdi! Ölüyorum, ah ölüyorum!.. Sanki karnımı bir şeylerle kazıyorlar. Bir şeylerle kalbimdeki kanımı çekip içiyorlar…” (318).
1925 yılında edebiyat uzmanı Aziz Gubaydullin, “Âdemler” adlı öyküyü diğer eserlerden ayırarak objektif görüşünü bildirir:
“A. İbrahimov, mevcut eserinde Tatar sosyal hayatın dar günlük hayat çerçevesinden sıyrılarak, genel olarak insanlığa özgü çok ilginç bir soruna değindi… Tatar köy hayatı fonunda açlığın temelinde ortaya çıkan yamyamlığın psikolojik evrimini tasvir etti.” (66).
Yazar, açlığın safhalarını ve verdiği acıyı kaleme en gerçekçi şekilde alır:
“Açlığın ilk beş-altı günü pek acı, dayanılmayacak kadar zor oluyor. Ondan sonra ne denk gelirse insan onu bitene dek yiyor, o da olmadı yarı ölü gibi kendini de, dünyasını da unutmuş bir makineye dönüşüyor” (308).
Evet, eserde açlığın şiddeti artınca köylülerin en son noktaya geldiği, açlıktan birbirlerini kesip yemeye başladıkları СКАЧАТЬ