Karmaşık Duygular. Стефан Цвейг
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Karmaşık Duygular - Стефан Цвейг страница 2

Название: Karmaşık Duygular

Автор: Стефан Цвейг

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6485-65-5

isbn:

СКАЧАТЬ yaparak varlığımın özüne ulaşabilmeyi nasıl isteyebilirler ki? Daha ilk adımları yanlış! Benim gibi özel meclis üyesi olan iyi niyetli bir okul arkadaşım benim daha lisedeyken beşerî bilimlere duyduğum tutkulu sevginin beni diğer öğrencilerden ayırdığı masalını anlatıyor. Yanlış hatırlıyorsun, sevgili özel meclis üyesi! Hümanizmle ilgili her şey benim için, dişlerimi gıcırdatarak katlandığım bir mecburiyetti. Tam da o küçük Kuzey Alman şehrindeki bir okul müdürünün oğlu olarak küçüklüğümden beri eğitimi hep bir ekmek parası kazanma aracı olarak gördüğüm için, çocukluğumdan beri tüm filolojiden nefret ederdim: Zaten doğa, mistik görevi gereği yaratıcı olanı korumak için, çocuğun her zaman babanın eğilimine karşı olmasını sağlar. Doğa rahat ve güçsüz bir mirasçı, bir nesilden bir sonrakine sıradan bir aktarımı ve tekrarlanmasını istemez: Aynı türden olanların arasına hep önce bir zıtlık sokar ancak zor ve dolambaçlı bir yoldan gidildikten sonra ataların yoluna girmesine izin verir.

      Babamın bilimi kutsal olarak görmesi yetiyordu, oysa ben kendi fikrimce sadece kavramlarla ukalalık olarak görüyordum çünkü örnek olarak klasikleri gösteriyordu ve bu da bana öğretici gibi geliyordu ve bu yüzden nefret ediyordum. Bütün çevrem kitaplarla doluyken onları hor görüyor, babam tarafından her zaman zihinselliğe zorlanırken yazılı eğitimin her türüne karşı isyan ediyordum; bu durumda lisenin sonuna kadar zorla gelmem ve sonra da her türlü eğitimi şiddetle reddetmem şaşırtıcı bir şey değildi. Subay olmak istiyordum ya da denizci veya mühendis; aslında beni bu mesleklere zorla çeken bir hevesim de yoktu. Sadece bilimin kâğıt üzerinde ve didaktik oluşuna karşı duyduğum antipati benim akademik çalışmalar yerine uygulamalı alanı istememe sebep oldu. Ancak üniversite eğitimi ilgili ile her şeye fanatik bir saygı duyan babam akademik eğitim almam için dayattı, buna karşı yapabildiğim tek şey, klasik filoloji yerine İngilizcesini seçmeyi kabul ettirerek durumu biraz hafifletmek oldu. (Bu çözümü bulduğumda denizciler arasında geçerli olan bu dili öğrenirsem delice istediğim gemicilik mesleğine kaçışımın daha kolay olacağını düşünerek art niyetli davranmıştım.)

      Bu yüzden özgeçmişimdeki değerli profesörlerin önderliği sayesinde filoloji biliminin temellerine daha Berlin’deki ilk sömestirimde ulaştığım şeklindeki o iyi niyetli iddia çok yanlıştır. O zamanki heyecanlı özgürlük tutkum, ne meslektaşlarımdan ne de doçentlerden bihaberdi! Daha amfiye yaptığım ilk kısa ziyarette, içerideki küflü hava, dersin papazların vaazı gibi ve aynı zamanda kibirli bir tavırla verilmesinden dolayı öylesine yorulmuştum ki başımı sıraya koyup uyumamak için kendimi zor tutmuştum. Kurtulduğumu zannettiğim için mutlu olduğum okul, yüksekteki kürsüsü ve en ufak kelimenin üzerinde durulmasıyla yine peşimden gelmişti: Profesörün azıcık açtığı dudaklarından kumlar akıyormuş gibi hissettim çünkü ağırlaşmış havada üniversite kitabının monoton ve aşınmış kelimeleri dökülüyordu.

      Daha okul çocuğuyken bile ilgisiz ellerin ölmüş birisini otopsi için kurcaladıkları gibi ölü zihinlerin ceset galerisine düşmüş olduğumdan kuşkulanırdım, çoktan antika olmuş bu İskenderiye tarzı2 uygulamalarda da bu duygularım yeniden korkuyla canlandı. Bu savunma içgüdüm zorla katlandığım dersten şehrin, o zamanki kendi gelişimine bile çok şaşırmış olan Berlin’in caddelerine çıktığımda iyice şiddetleniyordu, şehir birdenbire ve erken serpilmiş bir erkeklikle dolup taşıyor, bütün taşlarından ve caddelerinden elektrik saçıyor; benim yeni fark etmekte olduğum erkekliğime benzer biçimde, her önüne çıkana karşı konulmaz bir şekilde dayattığı nabız gibi atan hararetli temposu ve doymak bilmez iştah duyuyordu. İkimiz de, şehir ve ben Protestan disipliniyle, kapalı yaşayan bir orta sınıftan aniden çıkmış, güçle ve yeni imkânlarla dolu bir coşkuya kapılmıştık. Şehir de, genç ve atik ben de, huzursuz ve sabırsız titreşen bir dinamo gibiydik. Berlin’i hiçbir zaman, o dönem gibi anlamadım ve sevmedim çünkü şehirdeki insanların petekten taşarak yayılması gibi, benim de her hücrem aniden genişleme arzusundaydı. Her güçlü genç yükünü sabırsız, içinden enerji fışkıran ve kabına sığmayan bu şehrin dev gibi ve sıcak kucağından başka nerede boşaltabilirdi? Şehir bir hamlede beni kendine çekti, ben de kendimi ona attım, onun damarlarına kadar indim, merakım tüm taştan ama yine de sıcak bedeninde dolaştı. Sabah erkenden gece yarılarına kadar caddelerinde gezdim, göllerine kadar gittim, gizli yerlerini araştırdım: Gerçekten, üniversite ile ilgilenmek yerine, kendimi tam bir tutkuyla canlı, maceralı keşiflere atmıştım. Ancak bu aşırılıklarım sırasında kendi tabiatımın bir özelliğine uymaktaydım: Çocukluğumdan beri aynı anda farklı şeyler yapamıyordum, duygularım bir konunun dışında başka her şeye kör olurdu; bu beni tek hat üzerinde iten güce her zaman ve her yerde sahip olmuştum ve bugün bile işimdeki bir soruna öyle tutkulu dalarım ki iliğinin son zerresini dişlerimin arasında hissetmeden bırakmam.

      O zamanlar Berlin’de özgürlük duygusu bende öyle büyük bir sarhoşluğa dönüştü ki ne ders saatinde ne de kendi odamda kısa bir süre için bile kapalı kalmaya dayanamıyordum: Macera getirmeyen her şey bana kayıp gibi geliyordu. Yularından daha yeni ve zorla kurtulmuş, tecrübesiz taşralı genç, erkek olduğunu göstermek için çabalıyordu: Bağlantılar kuruyor, (aslında çekingen olan) yapıma cesur, canlı ve neşeli bir görüntü vermeye çalışıyordum, daha bir hafta geçmeden büyük şehirliyi, büyük Alman vatandaşını oynuyordum, kafe köşelerinde gerçek palavracılar gibi yayılıp oturmayı ve kaykılmayı şaşırtıcı bir hızla öğrenmiştim. Doğal olarak bu erkeklik konusuna kadınlar -ya da bizim kibirli öğrenci diliyle söylediğimiz gibi karılar- da dâhildi ve bu konuda dikkat çekecek kadar yakışıklı bir delikanlı oluşum işime yarıyordu.

      Uzun boylu ve zayıftım, yanaklarımda hâlâ denizin verdiği bronzluk, her hareketimde bir sporcu edası vardı ve bu yüzden o zamanlar henüz şehrin dışında bulunan mahallelerdeki Halensee ve Hudekehle gibi gittiğimiz dans salonlarında her pazar günü bizimle birlikte ava çıkan, dükkânlarında kurutulmuş balık gibi, soluk benizli kalmış genç tezgâhtarların karşısında işim kolaylaşıyordu. Bazen saman sarısı renginde saçları olan, süt beyazı tenli Mecklenburglu bir hizmetçi kız olurdu, dans etmekten kızışmış, izni bitip evine dönmeden odama götürdüğüm, bazen de Tietz’de çorap satan yerinde duramayan ve sinirli Posenli bir Yahudi olurdu. Genellikle kolay elde edilen ve hemen arkadaşlara devredilen ucuz avlardı bunlar. Ancak bunları elde etmenin beklenmeyen kolaylığı daha dünkü ürkek liseli olan için baş döndürücü bir sürprizdi ve bu ucuz başarılar cüretkârlığımı arttırdı ve yavaş yavaş caddeleri sadece spor maceraları gibi bir avlanma alanı olarak görmeye başladım. Bir defa güzel bir kızın peşinden giderken -gerçekten tesadüfen- Unter den Linden caddesine ve üniversitenin önüne geldiğimde, bu saygıdeğer eşiğin üzerinden ne kadar zamandan beri geçmediğimi düşününce gülmek zorunda kaldım.

      Kibirli bir ruh hâliyle benim gibi düşünen bir arkadaşla birlikte içeri girdim; sadece dersliğin kapısını araladık ve (bu durum inanılmaz gülünçtü) ilahi söyler gibi can sıkıcı konuşmalar yapan beyaz sakallı birisinin karşısında yüz elli sırtın eğilerek birlikte dua eder gibi göründüğünü seyrettik. Hemen kapıyı kapattım ve o sıkıcı hitabetin deresinin çalışkan öğrencilerin omuzlarına akmasını bırakarak arkadaşımla birlikte keyifle tekrar dışarıya, güneşli bulvara çıktım. Bazen düşünüyorum da, hiçbir zaman genç bir insan zamanını benim o aylarda harcadığım kadar boşa harcayamamıştır. Kitap okumadığımdan ve mantıklı tek bir söz etmediğimden, ciddi hiçbir şey düşünmediğim konusunda eminim. O zamana kadar yasaklanmış olan bir yaşamın yeni hazlarını yeni uyanmış bedenimle daha güçlü hissedebilmek için bütün kültürel ortamlardan içgüdüsel olarak kaçıyordum. Belki СКАЧАТЬ



<p>2</p>

İskenderiye tarzı: Rönesans döneminin filosofisi. (ç.n.)