Название: Jön Türk - Millî, İçtimai ve Siyasi Roman
Автор: Ахмет Мидхат
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6485-68-6
isbn:
Evet, Ahdiye kendisi dahi gelinlik tuvaletini pek beğendi. O beğenişten mütevellit güzel sevinç tebessümleriyle etrafta bulunan hanımefendilerin ellerinden öperek kendisine gösterilen bir koltuk üzerine oturdu.
Bir yandan gelin çeyizi sergisinin bir kat daha tanzimi ve diğer taraftan gelinin giydirilmesi ve süslenmesi işleri görüldüğü sırada bu hizmetlere iştiraki olmayan hanımlar ise kendi giyinmek işiyle iştigal etmişlerdir. Kadınların giyinmesi! Ne büyük iş! Ne uzun iş! Muradımız itirazdır zannolunmasın.
Kadın giyim ve süslenme için ne kadar ihtimam ederse yeri vardır. Vakıa Şair “Güzel yüzün süsleyiciye ihtiyacı yoktur.” demiş, vakıa erkek nazarında kadının giyimi ve süsü ikinci derecede ehemmiyet alabilecek şeylerden görülmüş ise de mademki kadının kendi güzellik ve cazibesine güveni süsü ile olacak o hâlde kadını bu gayret ve ihtimamda tamamıyla serbest bırakmalı. Ta ki bakışları çekme hakkındaki ümitlerine halel gelmesin de kadınlığa mahsus olan bütün galibane latif tavırlarıyla hakikaten tamamıyla bakışları çekmeye muvaffak olabilsin.
Bugün tuvaletlerini icraya ilk kalkan hanımlar istedikleri gibi süslenmeye bol bol vakit bulabilmişler ise de gelin giydirmek hizmetinde bulunanların vakitleri o kadar müsait değildi. Zira koltuk töreni için tam öğle vakti tayin edilmiş olup ondan önce kuşak bağlama töreni dahi icra olunacaktı. Vakit ise kuşak bağlama töreninin icrası için hemen gelip çatmıştı.
Bazıları için vaktin darlığıyla beraber odalarında birer birer tuvaletlerini icradan sonra hanımlar ortaya çıkmaya başladıkları zaman konağın güzelliği bir kat daha arttı. Kına gecesi esnasında ve sabah kahvesi hengâmesinde görülen hanımlar şimdi sanki bambaşka biri olmuşlardı. Orta yaşlılar süsleriyle âdeta gençleşmişler. Ya gençler? Artık onlar tamamıyla can ve cihan afeti şeyler olmuşlar. Her birinin elbisesi vücudunun güzel kısmına yapışmak ve etekleri en güzel dalgalar teşkiliyle sürünmek için ne kadar ihtimama muhtaç iseler o kadar ihtimam ile yapılmışlar. Bunların bazıları onurlu şefkat nişanının birinci rütbesini haiz ve hamil olarak büyük kordonların teşkil ettikleri hamail o fidan boylara fazla bir güzellik bahşediyorlar. Şefkat nişanının ikinci, üçüncü derecesine haiz olanların da yalnız büyük kordonu eksik. Zira süslenmek için hepsinin hamil oldukları elmaslar, miktarca birbirinden pek az farklı. İhtimal kıymetçe farkları pek büyük olsun. Fakat baş, gerdan, göğüs, kol ve parmak takımlarının miktarınca âdeta hiçbirisinin noksanı yok. İhtimal bazılarının takıları kendi malları olmayıp da emanet olsunlar. Bakanlar için bunda bir sakınca yok. Bakan, herkesin kendi malı ile emanet mallar arasındaki farkı aramak ile mi meşgul olacak? Hayran hayran bakmak için hepsi eşittir. Öyle değil mi?
Süslü hanımlar meydana çıktıkları zaman salon ve sofalar öyle bir hâle girdiler ki, bu gün şu evde sanki bir gelin değil kırk gelin var olduğuna şüphe edilmezdi. Gerçi Ahdiye Hanım, başındaki tacı ile gelin odasında henüz oturtulmamış olduğu tahtı ile aynıyla bir kraliçe hâlini kazanmış idiyse de diğer süslü hanımların bu gelinden eksikleri ne? Zülüflerindeki birkaç altın tel ile elbisesini süsleyen limon çiçeklerinden ibaret! Zira taç diğerlerinin başlarında da var. Diğerlerinde nişan kordonları var ki onlar da gelinde yok. Hem güzelden anlayan gözler için gelinden ziyade bu hanımları seyretmekten lezzet almak muhakkaklardandır. Bir öksüzü gelin etmişler. Gerçekten kraliçeler gibi, imparatoriçeler gibi giydirmişler ama çocukluk hâli, gelinlik mahcubiyeti ile bu kraliçe tacının ağırlığı altında ezilip gidiyor. Öteki hanımlar ise bu çocukluktan çoktan kurtulmuşlar. Tuvaletlerini kendilerine ve kendilerini tuvaletlerine alıştırmışlar. Her biri kadın cesaretinin hangi derecesine kadar varmaya müsait ise varmış. Yüzüne bakacak olanlara mukabil utanarak gözlerini yere dikmek mahcupça mecburiyetini çoktan unutmuşlar. Bilakis meydan okurcasına galipçe bir nazara alışmışlar. Bunlar kadın! Gelin ise çocuk!
İşte her hazırlık tamamlanarak evin içi böyle hurilerle dopdolu cennet misali olduğu sırada “Hanımlar yol veriniz. Kuşak bağlanacak!” diye bir ses peyda oldu. Kuşak mı bağlanacak? Zavallı öksüzün babası yok. Amca, dayı gibi başka bir velisi de yok. Kuşağı kim bağlayacak? Herkes bunu düşünürken soygun kadınlardan5 birisinin delaletiyle bir efendi büyük salona doğru yürümeye başladı. Gençliğinde uzun boylu bir adam olduğu, şimdi ihtiyarlıktan beli bükülmüş olduğu hâlde böyle yine orta boylu adamlardan daha yüksek görülmesiyle çıkarılıyor. Beli bükülmüş olması ise arkasında olan yeni latanın6 art eteği diz uyluklarına doğru yükselmiş olduğu hâlde ön etekleri yerlere sürünmek derecesinde uzanmış olmasından anlaşılıyor. Yüzü yerde bir adam olduğundan yüzünü herkes layıkıyla göremiyor ise de süt gibi bir beyaz sakal, latanın siyah rengi üzerinde daha büyük bir letafetle bakışları çekiyor. Yüzünü görebilen bazı hanımlar ise bu latif ihtiyarın pembe rengine ve yüz azalarının tenasübüne hayran oluyorlar.
Tanımadınız mı? Abdüllatif Efendi! Ahdiye Hanım’ın hocası Abdüllatif Efendi! Kuşak bağlamak merasimini yerine getirecek bir akraba bulunmaz ise ne yapılır? Vaz mı geçilir? Yok! İşte buna Dilşinas Hanım mümkün değil razı olamaz. Dünyada bir tek ciğerparesini bu şereften mahrum bırakamaz.
Ahdiye zaten baba görmemiş, baba muhabbeti tatmamış olduğundan baba yerine koyarak kız evladıymışçasına bir muhabbetle sevdiği hocasının kuşak bağlama merasimini icra etmesi için validesine rica ettiği zaman Dilşinas Hanım bu ricanın tekrarına meydan bırakmadı. Ricayı hemen muallim efendiye nakledip tebliğ etti. Çoraplarından abani sarığına varıncaya kadar mükemmel bir bohçalık ile bu ricayı teyit etti. İşte Hoca Abdüllatif Efendi dahi hakikaten babaca bir hisle kendisine yüklenen vazifeyi ifaya geldi.
Dilşinas Hanım, Hoca Abdüllatif Efendi’yi usul gereği başörtüsü ile salon kapısında karşılayarak kapıya karşı olan kenar üzerinde gelin için hazırlanmış olan tahta doğru götürdü. Bu taht mor çuha kaplı güzel bir set üzerine konulmuş ufak bir kanepeden ibarettir ki üzerine hafif bir askı asılmış ve iki tarafına iki büyük ve güzel vazo içine gayet latif ve tabii birer limon ağacı yerleştirilmiştir. Ama bu limon ağaçlarıyla tahtın kabasını teşkil eden askı birbirine o kadar güzel uymuş, o kadar güzel bir uyum peyda etmiştir ki hiçbir şey beğenmek şanından olmayan en müşkülpesent hanımlar bile hiçbir yerde böyle sadelik içinde bu kadar güzel bir gelin tahtı görmediklerini itiraf etmişlerdir.
Abdüllatif Efendi, Dilşinas Hanım’ın kendisini bu taht üzerine oturtmak azmini görünce büyük bir tereddüt gösterdi ise de Dilşinas Hanım “Kızım Ahd… Şey, Fatma’ya öksüzlüğünü hatırlatmamak istiyorsanız henüz hiçbir kimsenin oturmamış olduğu şu kanepeye oturmalısınız. Yoksa hepimizi çok hüzünlendirip üzersiniz.” deyince ve zaten hanımın yüzüne baktığı zaman… Hani ya şu sesinin titremesinden şüphelenerek “Neden sesi böyle çatal çatal çıkıyor?” diye yüzüne baktığı zaman göz pınarlarında birikmiş olan iki elmas parçası gözyaşının solgun yanakları üstüne doğru aktığını da görünce ricayı tekrar ettirmeksizin kanepe üzerine oturdu. Zavallı Dilşinas! Zavallı Dilşinas! Bugünkü günde, bir babanın mukaddes vazifesi olan şu kuşak bağlama merasimini kocasının, sevgili hayat ortağının yerine başka birisinin ifa etmekte olduğunu görür de müteessir olmaz mı? Abdüllatif Efendi’den daha yakın bir kimse yok ya! Velev ki kocasının kardeşi olsun, bugün şu makamda her kim olsa kocasının СКАЧАТЬ
5
Soygun kadın: Eski düğünlerde, ziyafetlerde, davetli hanımları kapıda karşılamak, ferace ve çarşaflarını alıp muhafaza etmek ve giderken giyinmelerine yardım etmekle görevli kadın. (e.n.)
6
Bir tür elbise. (e.n.)