Onun tarafından çocuk olarak görülmek felaketinden ödüm kopmasaydı vect ve heyecandan yerimden sıçrayacaktım; kendimi zorla tuttum ve ağzına leziz bir şey dokundurulmuş bir çocuk gibi hazzımdan oturduğum yerde bacaklarımın sallandığını gördüm.
Denizde bir balık gibi yerimden memnundum ve bütün bir asır bıraksalar, gene yerimden kalkmaz, bu odadan çıkmazdım.
Göz kapaklarını tatlı bir şekilde kaldırdı, durgun gözlerinin yeniden fırtınalar hazırladığını gördüm. Yavaş bir sesle gene gülümseyerek ve gene parmağıyla tehdit ederek, “O ne kadar bakmak öyle!..” dedi. Ben kızardım, içimden Her şeyi anlıyor, her şeyi görüyor. Zaten nasıl anlamasın, nasıl görmesin? diyordum.
Yanımızdaki odadan ansızın bir ses, bir kılıç şakırtısı geldi. Salondan prenses bağırıyordu: “Zinayda, Belovzorov sana bir kedi yavrusu getirdi.”
Kız, “Kedi yavrusu!” diye bir çığlık kopararak yerinden fırladı, yumağı dizlerimin üstüne atarak koştu.
Ben de kalktım; yumağı, çileyi pencerenin kenarına bırakarak salona girdim ve hayret içinde kaldım. Odanın ortasında yere serilmiş, kollarını bacaklarını uzatmış benekli bir kedi yatıyordu. Zinayda, kedinin önünde diz çökmüş, hayvanın küçük burnunu tutup tutup bırakıyordu. Ötede, prensesin yanında oturduğu iki pencere arasında, duvarı kapatmış bir hâlde sarışın, gül yanaklı, gözleri şakaklarına doğru çekik, dev cüsseli dinç bir süvari, keyifli keyifli oturuyordu.
Zinayda, “Ne tuhaf!” diyordu. “Gözleri yeşil! Kulakları ne kadar büyük! Teşekkür ederim, lütfettiniz!”
Bu süvari bir gün evvel bahçede gördüklerimden biri idi. O da beni tanıyarak hafif bir güldü ve kalkıp mahmuzlarını birbirine çarparak, kılıcının halkalarını oynatarak kıza askerce bir eğilme ile selam verdi.
“Dün, benekli ve büyük kulaklı bir kedi istediğinizi tenezzül ederek söylediniz. Ben de buldum… Her sözünüz emir, her emriniz kanun kuvvetindedir.” dedi, kızın karşısında bir daha eğildi…
Kedi, miyavladı ve parkeyi kokladı. Zinayda, “Karnı aç!” dedi ve “Vonifati, Sonya! Süt getiriniz!” diye seslendi.
Sırtında sararmış bir esvap, boynunda rengi atmış bir atkı ile hizmetçi kadın elinde süt dolu bir kâse tutarak geldi; kabı hayvanın önüne koydu.
Kedi, titredi ve yalanmaya başladı. Zinayda, başını âdeta yerlere kadar indirerek ve hayvanın burnunun altına doğru bakarak, “Aman, gül gibi bir dili var. Tıpkı gül!” diye seviniyordu.
Kedi, iyice doyup çekilince gene uzandı, horuldamaya ve sataştıkça gözlerini açıp kapayarak Dokunmayın, keyfim yerinde! der gibi vaziyetler almaya başladı. Pençelerini açıp kapayarak cilveler yapıyordu.
Zinayda kalktı, hizmetçiye lakayıt bir tavırla kediyi işaret ederek “Götür!” dedi. Süvari, bütün dişlerini gösteren bir tebessümle ve yeni üniformasının pürüzsüz bir şekilde yapıştığı bedeninin bütün hareketleriyle “Bu hediyem güzel minik elinizi vermeye değmez mi?”
dedi. Kız, “Hatta iki elimi birden veririm!” dedi ve iki elini de uzattı. Delikanlı bu elleri öperken, kız, onun omuzları üzerinden bana bakıyordu. Ben, olduğum yerde put gibi kalmıştım. Ne yapacağımı, bir şey söylemek mi yoksa susmak mı lazım geldiğini belirleyemiyordum.
Açık bırakılmış kapının arasından bizim uşaklardan Fedor’un rüzgâr gibi gelişini seçtim. Bana işaretler veriyordu. Mekanik bir şekilde ona doğru yürüdüm: “Ne istiyorsun?”
Hafif bir sesle “Sizi anneniz aratıyor. Kendisine bir cevap getirmediğinize öfkelendi.” dedi.
“Ben buraya geleli ne kadar oluyor ki?”
“Bir saatten fazla!”
“Bir saatten fazla mı?” dedim ve salona dönerek vedaya başladım.
Zinayda, gene süvarinin omzundan bakarak, “Nereye gidiyorsunuz?” dedi. Ona “Dönmeye mecburum.” ve annesine “Şu hâlde bize teşrif edeceğinizi bildireceğim!” dedim.
“Evet yavrum!”
Prenses bunu söylerken enfiye kutusundan aldığı enfiyeyi büyük bir gürültü ile çekti; gözlerinde yaş, boğazında hıçkırıkla karışık bir öksürük olduğu hâlde, tekrarladı: “Evet, yavrum!”
Yeniden selamladım. Velev bir saniye daha kalmak için farkında olmadan her fırsattan istifade ediyordum. Daha pek toy bir genç, arkasından bakıldığını bildiği zaman nasıl bir rahatsızlık duyarsa öyle bir rahatsızlıkla ökçelerimin üzerinde dönerek odadan çıktım.
Zinayda gülerek arkamdan bağırıyordu: “Mösyö Vladimir, kararımızı unutmayınız. Bizi görmeye geleceksiniz!”
Yolda, “Neden böyle hep gülüyor?” diyordum. Fedor, hâlimi tasvip etmez bir tavırla fakat bir şey söylemeksizin arkamdan geliyordu.
Evde annem âdeta tekdir etti ve prensesin yanında bu kadar uzun zaman kalmama şaştığını saklamadı. Bir kelime söylemeyerek odama çekildim. Üzerime birden bir keder çöktü. Ağlamamak için kendimi zorluyordum.
Süvariyi kıskanıyordum!
V
Prenses, vaadi üzere ziyarete geldi ve annemin hoşuna gitmedi.
Görüşürlerken hazır bulunmadım. Fakat annemin sofrada babama Prenses Zasekin’in kendisinde pek bayağı bir kadın izlenimi bıraktığını; hakkında Prens Sergey’e şefaat etmesi için bitmez tükenmez yalvarmalarıyla canını sıktığını; sayısız davaları, çirkin para işleri olduğunu; büyük bir entrikacıya benzediğini anlattı. Bununla beraber kendisini “kızıyla birlikte” ertesi gün için yemeğe davet ettiğini, çünkü ne de olsa bir komşu ve bir asalet unvanına sahip bulunduğunu söyledi.
“Kızıyla birlikte” sözünü duyar duymaz burnumu tabağımın içine indirmişim.
Babam, karşılık olarak bu kadının kim olduğunu hatırladığını; epeydir ölmüş olan Prens Zasekin’i gençliğinde tanıdığını, yüksek terbiyeli, fakat boş ve hafif bir adam olduğunu; meclislerde, mahfillerde “Parisli” lakabıyla şöhret bulduğunu, çünkü Paris’te uzun müddet kaldığını, pek zengin olduğu hâlde bütün servetini oyunda kaybettiğini, sonra bilinemez bir sebeple, belki de paraya tamah ederek -babam bu cümleyi söylerken dudaklarında soğuk bir tebessüm dolaştı- zengince bir küçük memurun kızıyla evlendiğini ve ondan sonra da kendisini hava oyunlarına kaptırarak büsbütün mahvolduğunu anlattı.
Annem, “Bari kadın bizden para istemeye kalkmasaydı!” dedi.
Babam, cevap verdi: “Bilakis, isteyeceğine şüphe yok. Fransızca biliyor mu?”
“Berbat bir hâlde…”
“Onun ehemmiyeti yok. ‘Kızını da çağırdım.’ СКАЧАТЬ