Bu, küçük ve temiz bir oda idi; fakirane eşya ile şöyle böyle bezenmiş bir yer. Pencerenin yanında bir kolu kırık bir koltukta çirkin, eski, yeşil bir rop giyinmiş, boynuna yünden alacalı bir atkı atmış ellilik bir kadın oturuyordu.
Ufak siyah gözleri beni delip geçecek sandım. İlerleyip selam verdim:
“Madam Prenses Zasekin’e hitap şerefiyle mi mübahi2 bulunuyorum?”
“Ben Prenses Zasekin’im. Ya siz? Mösyö P…’nin oğlu musunuz?”
“Evet size annem tarafından geldim.”
“Buyurunuz. Vonifati! Vonifati! Anahtarlarım nerede? Gördün mü?”
Prensese annemin cevabını bildirdim. İri kırmızı parmaklarıyla cama vurarak dinledi.
Bitirdiğim zaman, gözlerini yeniden üzerime dikti.
“Peki, elbette giderim… Ne kadar da gençsiniz! Müsaadenizle, kaç yaşında olduğunuzu sorabilir miyim?”
Biraz kekeleyerek cevap verdim:
“On altı!”
Prenses, cebinden kirlenmiş bir kâğıt çıkardı. Üzerinde ince ince yazılar vardı. Kâğıdı burnuna kadar götürüp inceledikten sonra yerinden birden kımıldanarak “İyi bir yaş!” dedi ve devam etti:
“Rica ederim, rahat oturunuz. Merasim olmasın. Bizim hayatımız o kadar sadedir ki…”
Prensesin tamamıyla ilgisizliğe uğramış bütün şahsiyetine iğrenme ile baktıktan sonra zihnimden sade değil, lüzumundan fazla basit olduğu fikri geçti.
O dakika salonun başka bir kapısı şiddetle açıldı ve kapının eşiğinde bir gün evvel bahçede gördüğüm güzellik perisi genç kız göründü. Eliyle bir hareket yaptı ve yüzünden bir tebessüm parıltısı uçtu.
Prenses, kızı dirseğiyle göstererek bana, “Kızım!” dedi.
Kıza dönerek, “Zinoçka, efendi, komşumuz Mösyö P…’nin oğlu. Küçük isminizi sorabilir miyim efendim?”
Heyecandan sesimi alçaltarak ve yerimden kalkarak “Vladimir!” dedim.
“Babanız tarafından?”
“Petroviç.”
“Ya!.. Polis erkânından bir zat bilirim ki, onun adı da böyledir. Vonifati! Vonifati! Anahtarları arama, cebimdelermiş.”
Genç kız bana aynı tebessümle bakıyordu; gözleri yarı öne inik ve başı azıcık yan tarafa eğikti.
Kız, “Ben Mösyö Vladimir’i daha evvel görmüştüm.” dedi. Billuri sesinin latif dalgaları bütün vücudumu can katıcı bir hava hâlinde dolaştı.
Sordu: “Size böyle hitap etmeme müsaade eder misiniz?”
“Aman efendim!” dedim.
Prenses “Efendiyi daha evvel nerede gördün?” dedi.
Kız, cevap vermedi. Temiz, berrak bakışlı gözlerini üzerimden ayırmayarak sordu: “Şu dakika acele bir işiniz var mı?”
“Hiçbir işim yok.”
“Yünden çile yapıyorum. Bana yardım ederseniz odama gidelim…”
Başıyla da ayrıca davet ederek salondan çıktı. Ben de peşine takıldım.
Girdiğimiz odada eşya düzgün, süslü ve zevke yakındı. Öyleyken hakikat aranırsa, artık etrafı dikkatle görecek hâlde değildim. Beni aptal bir hâle sokacak derecede içimden bir şeyler taşıyordu. Âdeta rüya görüyor gibi idim.
Genç kız oturdu, eline bir kırmızı yün çilesi aldı, bana da önünde bir sandalye gösterdi. Yünü dikkatle açtı, ellerimin üstüne koydu. Bunları bir kelime söylemeyerek yaptı. Yavaş yavaş hareket ediyordu.
Aynı can alıcı tebessüm, hafif bir şekilde aralık dudaklarında bir çiçek hâlinde duruyordu. Hemen sık sık yarı kapalı duran gözlerini açarak içimi güneş ışığı ve hararete gark ettiği dakikalar yüzü baştan başa değişiyor, ansızın bir renk ve nur kaynağı hâlini alıyordu.
Biraz sonra sordu: “Mösyö Vladimir, dün benim hakkımda ne fikirde bulundunuz? Belki de iyi bir fikir edinmediniz?”
“Ben mi prenses? Öyle hiçbir şey düşünmedim. Mümkün mü?”
“Dinleyiniz. Daha tanışmıyoruz. Çok tuhafımdır. Bana mutlaka hakikatin söylenmesini isterim. Daha on altı yaşında olduğunuzu öğrendim. Ben yirmi birimdeyim. Yani yaşım sizinkinden çok daha fazla. Şu hâlde bana daima doğruyu söylemeye ve itaat etmeye mecbursunuz. Hem bana baksanıza! Neden yüzüme bakmıyorsunuz?”
Daha ziyade şaşırdım. Bununla beraber gözlerimi kaldırdım, baktım. Bu sefer tasvipkâr bir hâlde gülümsedi. Tatlı ve yavaş bir sesle “Bana bakınız, bakınız!” dedi. “Bakışınız hoşuma gidiyor. Yüzünüz tatlı. Anlıyorum ki dost olacağız.”
Yaramaz bir tavırla ilave etti: “Peki, nasıl, ben de sizin hoşunuza gidiyor muyum?”
“Prenses!” dedim ve az daha başlıyordum. Sözümü önleyerek “Evvela, bana yalnız Zinayda diye hitap ediniz.” dedi. “Sonra çocukların, gençlerin demek istedim, âdetlerine uyup, hissettiklerinizi benden saklamaya kalkmayınız. Bu dileğim büyüklere ait bir haktır. Şimdi söyleyiniz bakayım, hoşunuza gidiyorum, değil mi?”
Kalbini bu kadar açık göstermesi iyi olmakla beraber, ben bundan erkeklik gururumun biraz incindiğini duydum. Ona, karşısında bir çocuk bulunmadığını ispat etmek arzusuna kapıldım. Ve ciddi bir tavır takınarak tepeden inme bir tarzda cevap verdim:
“Evet, çok hoşuma gidiyorsunuz Zinayda Aleksandrovna, bunu sizden saklayamam.”
Müstehzi bir tavırla yavaşça başını silkti ve birden, “Sizin bir mürebbiniz var, değil mi?” dedi.
“Hayır.” dedim. “Çok zaman oluyor ki, artık mürebbim yoktur.”
Yalan söylüyordum. Başımın belası olan Fransız’dan kurtulalı daha bir ay ancak geçmişti.
“Evet, görüyorum ki büyümüşsünüz…”
Hafifçe parmaklarımın üzerine vurdu, “Ellerinizi iyi tutunuz!” dedi ve azimle yumak yapmaya koyuldu. Gözlerini kaldırmamasından istifade ederek evvela kaçamak tarzında, daha sonra daha büyük bir cüretle onu gözden geçirmeye başladım. Siması, bir gün evvel gördüğümden daha taze, daha rengin, daha cazipti. Her hâlinde büyük bir incelik ve derin bir zekâ görünüyordu.
Arkası, beyaz bir storla örtülü olan pencereye dönüktü. Güneşin ışığı, kumaştan geçerek giriyor, yaldızlı kumral saçlarını, bakir boynunu, inhinalarıСКАЧАТЬ
2
Mübahi: Övünen, iftiharda bulunan. (e.n.)