Adamlar utanarak taburelere ve sıralara oturdular. Haham Elieser usul usul kendi kendine konuşuyordu, sanki kendi kendisine öğüt veriyor gibiydi:
“Bir felaket oldu, büyük bir felaket. Kutsal eşyalarımızı bizden çoktan almışlardı ve Hyrkanos ben Hillel’in dışında hiçbirimizin imparatorun hazinesindekilere bakmamıza asla izin verilmemişti. Ama yine de biliyorduk ki Titus zamanından beri koruma altında, hâlâ orada ve bize yakındılar. Romalı yabancıları kutsal eşyalarımızın binlerce yıldır oradan oraya taşındığını, Kudüs’te ve Babil’de bulunduklarını ama tekrar tekrar vatanına geri döndüğünü düşündükçe daha sevimli buluyorduk; çünkü çalınan eşyalar, artık bizimle aynı şehirde dinleniyorlardı. Ekmeklerimizi kutsal sunağın üstüne koymamıza izin yoktu ama yine de ne zaman ekmeğimizi koparsak bu sunağı düşünüyorduk. Kutsal şamdana ışık yerleştiremiyorduk ama ne zaman bir ışık yaksak, yabancı bir evde ışıksız ve öksüz kalmış Menora’yı düşünüyorduk. Artık kutsal eşyalar bizim değildi ama güvende olduklarını ve korunduklarını biliyorduk. Ve şimdi şamdanın göçü yeniden başlayacak, üstelik düşündüğümüz gibi vatanına değil, alıp uzaklara ve kimsenin bilmediği bir yerlere götürüyorlar onu. Ama sızlanmayalım. Sadece sızlanmak çare olmaz. Gelin her şeyi iyice düşünelim.”
Adamlar başları önlerine eğik, sessizce dinliyorlardı. Yaşlı adamın eli hâlâ sakalında bir yukarı bir aşağı dolanıyordu. Hâlâ yalnızmış gibi kendi kendisine öğüt veriyordu:
“Şamdan saf altından. Tanrı’nın bizim armağanımızın neden böylesine değerli olmasını istediğini sık sık düşünmüşümdür. Neden Musa’dan şamdanın ağır, yedi kollu, aşırı süslemeli, bol çelenkli ve çiçekli olmasını istemiştir? Çoğu zaman bu tehlike yaratır mı diye düşünmüşümdür, zira zenginlik her zaman kötülük getirir ve değerli olan şeyler hırsızları cezbeder. Ama bizim düşüncelerimizin ne kadar kibir dolu olduğunu, Tanrı’nın buyurduğunun bizim bilgimizin ve aklımızın üzerinde bir anlam taşıdığını bir kez daha anlıyorum. Şimdi anlıyorum ki kutsal eşyalarımız sadece değerli oldukları için tüm zamanlarda korundular. Eğer kötü metallerden yapılmış süslemesiz şeyler olsalardı, haydutlar bunları dikkatsizce parçalar, eritir ve bunlardan kılıçlar ya da zincirler yaparlardı. Oysa kıymetli olanı kıymetli olduğu için ancak kutsallıklarını sezmeden muhafaza ettiler. Şimdi bunları haydudun biri ötekinin elinden çekip alıyor ve kimse bunları parçalamaya cesaret edemiyor ve her yolculukları onları Tanrı’ya geri götürüyor.
Şimdi iyice düşünelim. Barbarlar kutsallıktan ne anlar? Sadece şamdanımızın altından olduğunu görüyorlar. Onların açgözlülüklerinden faydalanabilecek olsaydık, şamdanın ağırlığının iki katı, üç katı altın verir, belki şamdanı böylece satın alabilirdik. Biz savaşamayız, biz Yahudilerin gücü sadece fedakârlıktadır. Başka ülkelere dağılmış Yahudilere haber göndermeli, kutsal eşyaları kurtarabilmek için yardım istemeliyiz. Bu sene tapınak bağışına iki katını, üç katını, sırtımızdaki giysiyi, parmağımızdaki yüzüğü vermeliyiz. İsterse altın ağırlığının yedi katına olsun, kutsal eşyayı onlardan satın almalıyız.”
Bir iç geçirme sözünü kesti. Hyrkanos ben Hillel üzgün gözlerini kaldırdı.
“Nafile. Ben denedim bunu.” dedi usulca. “Benim de aklıma ilk gelen düşünce buydu. Haznedarlarına ve yazıcılarına gittim ama hepsi kaba ve sertti. Genserik’e kadar çıkıp yüksek fidyeler önerdim. Beni somurtarak dinleyip ayağıyla itekledi. O an aklım başımdan gitti, onu zorlamak için şamdanın daha önce Süleyman’ın mabedinde olduğunu ve Titus’un zaferinin en harika kazancı olarak Kudüs’ten gizlice getirdiğini söyleyip övündüm. Esas o zaman ne kazandığını anladı barbar ve arsızca güldü; ‘Sizin altınınıza ihtiyacım yok.’ dedi. ‘Ahırların zeminine altın döşetecek ve atlarımın nallarına mücevherler çaktıracak kadar çok şey yağmaladım. Ama bu şamdan gerçekten de Süleyman’ın ise satılık değildir. Titus Roma zaferinde onu önünde taşıdıysa, ben de Roma’yı fethettiğimde önümde taşımalıyım. Sizin Tanrı’nıza hizmet etmişse, şimdi gerçek Tanrı’ya hizmet etmeli. Git!’ dedi ve böylece beni kovdu!”
“Gitmeseydin!”
“Gittim mi ki? Kendimi onun önünde yere atıp dizlerine sarıldım. Ama kalbi ayakkabılarındaki demir çubuklardan daha sertti. Beni bir taşmışım gibi tekmeledi. Sonra uşaklar beni döverek dışarı çıkardılar, ancak hayatımı kurtarabildim.”
Fakat şimdi Hyrkanos ben Hillel’in üstünün başının neden parçalanmış olduğunu anlamışlardı. Ancak şimdi şakağındaki kan izini fark ettiler. Konuşmadan oturdular, öyle sessizdiler ki gecenin içinden durmadan, hiç durmadan yol alan arabaların takırtılarını uzaktan duyuyorlardı; şimdi bir de kulaklarına tuhaf bir şekilde tekrarlanan, kentin bir ucundan öteki ucuna yayılan boğuk, yıkıcı borazan sesleri geliyordu. Sonra bütün gürültü bitti. Hepsi aynı şeyi düşündü: Büyük yağma bitti, şamdan kaybedildi!
Haham Elieser güçlükle gözlerini kaldırdı. “Şamdanı buradan bu gece götürecekler diyorsun yani.”
“Bu gece. Bir arabayla liman caddesi üzerinden gemilere götürecekler ve belki de biz konuşurken gitmiştir bile. Bu borazanlar artçı birlikleri toplamak için çalmıştı. Onu yarın sabah gemiye yükleyecekler.”
Haham Elieser başını gittikçe daha fazla masanın üstüne eğiyordu. Dinlerken uykuya dalıyor gibiydi. Sanki orada değildi ve diğerlerinin huzursuzca ona baktığını fark etmiyordu. Sonra birdenbire alnını kaldırdı ve usulca konuştu: “Bu gece diyorsun. İyi. Öyleyse biz de onunla gitmeliyiz.”
Herkes şaşırdı. Ancak yaşlı adam soğukkanlı ve kararlı bir şekilde tekrar etti: “Biz de onunla gitmek zorundayız. Bu, bizim görevimiz. Kitabı ve emirlerini hatırlayın. Sandık ne zaman yola çıksa, biz de yola koyuluyorduk; ancak bir yerde duruyorsa, biz de orada durabilirdik. Tanrı’nın işaretleri yollara düşerse biz de onlarla birlikte gitmek zorundayız.”
“Ama denizaşırıysa nasıl gideriz? Gemilerimiz yok ki bizim.”
“O zaman denize kadar. Bir gecemiz var.”
Sonra Hyrkanos ayağa kalktı. “Haham Elieser her zaman olduğu gibi doğruyu öğütlüyor. Biz de gitmek zorundayız. Bu, bizim ebedî yolumuzun bir parçası. Sandık ve şamdan yollara düşerse, halk da yollara düşmek zorundadır, tüm cemaat.”
O sırada köşeden ince, ürkek bir ses duyuldu. Oldukça çarpık bir adam olan marangoz Simche’ydi bu, korkuyla yakınıyordu: “Ama bizi yakalarlarsa? Şimdiden yüzlerce kişiyi yakalayıp köle yaptılar. Bizi dövecekler, bizi öldürecekler! Çocuklarımızı satacaklar ve hiçbir şey kazanılmayacak ve hiçbir şey yapılamayacak.”
“Sus!” diye itiraz etti birisi. “Korkmayı bırak. İçimizden birini esir alırlarsa alırlar. Birimiz ölürse, kutsal eşya için ölmüş olur. Hepimiz mecburuz, hepimiz gideceğiz.”
“Evet, herkes, hepimiz.” Hepsi karmakarışık bağırıyordu.
Ancak Haham Elieser susmaları için işaret etti. Yeniden gözlerini kapadı, düşünmek istediği zaman böyle yapmayı alışkanlık hâline getirmişti. СКАЧАТЬ