Düşmanların zafer kazanması kötüydü, şehrin yağmalanması kötüydü, ülkeye veba veya başka bir hastalığın gelmesi kötüydü. Çoktan beri dünyadaki bütün kötülüklerin mutlaka kendilerine dönen bir kötülük getirdiğini biliyorlardı; ayrıca kaderlerine isyan edemeyeceklerini de çoktan öğrenmişlerdi çünkü her yerde ve her zaman azınlıktılar ve her yerde ve her zaman zayıf ve güçsüzdüler. Tek silahları duaydı.
Bu yüzden bu karanlık ve tehlikeli yağma günlerinde Roma’nın Yahudileri her akşam gece yarılarına kadar dua ettiler. Zira adil bir insan her zaman kaba kuvvetin galip geldiği adaletsiz ve zalim bir dünyada, dünyadan kopup Tanrı’ya sığınmaktan başka ne yapabilirdi ki? Bu yıllar yıllar boyu hep böyle olmuştu. Kâh güneyden, kâh doğudan ve batıdan sarışın, esmer ve yabancı milletler geliyorlardı ve hepsi de haydutlardı ve bir grup zafer kazanır kazanmaz, hemen başka bir grup da onların üzerine çöküyordu. Dünyanın her yerinde dinsizler savaşıyor ve dindarları barış içinde bırakmıyorlardı. Kudüs’ü, Babil’i, İskenderiye’yi böyle almışlardı ve bugün de Roma aynısını yaşamaktaydı. Durup dinlenilmek istenildiği yerde huzursuzluk, barışın arandığı yerde savaş vardı; kaderden kaçılmıyordu. Bu bozuk dünyadaki tek çare, huzur ve teselli duadaydı. Zira dua harikadır. Korkuyu büyük umutlarla uyuşturur, ruhun korkularına toplu ilahilerle uyku verir, kalbin ağırlığını mırıltıların titreşimleriyle yukarıya, Tanrı’ya çıkarırdı; zor zamanlarda dua etmek bu yüzden iyi, birlikte dua etmek daha da iyiydi çünkü birlikte taşındığında bütün zorluklar hafifler ve birlikte yapılan iyilikler Tanrı katında daha da iyi olurdu. Böylece Roma’nın Yahudileri birlikte oturmuş, dua ediyorlardı. Aynı pencerelerinin önündeki Tiber Nehri’nin akıntılarının durmaksızın kıyıları yıkarken çağıldaması gibi dindar mırıldanmaları adamların sakallarından usulca ve kesintisiz akıp gitmekteydi. Adamlardan hiçbiri diğerlerine bakmıyor ancak yine de yaşlı ve çökmüş omuzları aynı ritimde sallanırken yüz kere, bin kere tekrarladıkları, onlardan önce; bu ürkek ve yakınan mırıltılar karanlık ve mahmur bir rüyadan akıyor gibiydi.
Birdenbire korkuyla irkildiler, aniden bükülmüş sırtları dikleşmişti. Kapının tokmağına dışarıdan sertçe vurulmuştu. Ve her zaman, artık kanlarına işlemişti bu durum, yabancı diyarlardaki Yahudiler aniden olan her şeyden korkarlardı. Zaten geceleyin kapı çalınırsa iyi bir şey olabilir miydi? Mırıldanmalar, makasla kesilmiş gibi durdu; nehrin monoton çağıldamasını sürdürmesi şimdi bu sessizlikte daha belirgin duyuluyordu. Hepsinin boğazları düğümlenmiş, dışarıyı dinliyorlardı. Kapının tokmağına tekrar vuruldu, bir yumruk sabırsızca dış kapıyı sarsıyordu. “Ben açarım.” dedi Abthalion kendi kendine ve ayaklarını sürüyerek dışarı çıktı. Masaya yapıştırılmış olan mumun alevi, açılan kapıdan gelen sert hava akımıyla firar etmek istercesine kıvrıldı; alev birdenbire ve şiddetle bu insanların hepsinin kalpleri gibi titredi.
Korkmuş adamlar ancak içeriye geleni tanıyınca yeniden nefes almaya başladılar. Gelen, Hyrkanos ben Hillel’di, imparatorluk darphanesi haznedarı, cemaatin gururu, imparatorluk sarayına girme hakkına sahip olan tek Yahudi idi. Sarayın özel lütfuyla Trastevere’nin dışında oturuyor, renkli şık giysiler giymesine izin veriliyordu; ancak şimdi paltosu parçalanmış, yüzü kirlenmişti. Hemen etrafını sardılar -çünkü bir haber getirdiğini hissetmişlerdi- acele anlatması için sabırsızlanıyorlardı ama söyleyeceklerini daha duymadan rahatsız olmuşlardı çünkü onun heyecanından bir felaket olduğunu sezmişlerdi.
Hyrkanos ben Hillel derin bir nefes aldı. Boğazında bir kelimenin düğümlendiği ve dışarı çıkmak istemediği belliydi. Sonunda inledi:
“Her şey bitti. Onu aldılar. Buldular onu.”
“Neyi buldular? Kimi buldular?” Sorular hepsinin ağzından tek bir çığlık gibi çıkmıştı.
“Şamdanı, Menora’yı. Barbarlar geldiğinde onu mutfaktaki döküntülerin altına gömmüştüm. Kasıtlı olarak diğer kutsal eşyaları -üzerinde göstermelik hamursuz ekmeklerin, gümüş borazanların, arum zambaklarının ve günlüklerin buhurdanlıklarının durduğu sunağı- hazine dairesinde bıraktım çünkü o serserilerin arasından çok kişi hazinemizden haberdardı, her şeyi saklayamazdım. Tapınaktaki eşyalardan yalnızca birisini, Musa’nın şamdanını, Kral Süleyman’ın evinden gelen şamdanı, Menora’yı kurtarmak istedim. Ve hemen tüm hazineleri ele geçirdiler, artık hazine dairesi boşalmıştı, artık aramıyorlardı ve ben kalben hiç değilse tek bir kutsal işareti kendimiz için kurtardığımızdan emindim.
Ama kölelerden biri, ruhu kurusun onun, şamdanı saklarken beni gözetlemiş ve özgür kalmak karşılığında bunu haydutlara söyledi. Adamlara yerini tarif etti, onlar da toprağı kazıp şamdanı çıkardılar. Şimdi artık bir zamanlar en kutsal yerde, Süleyman’ın evinde duran her şey, sunak ve kaplar, papazın alınlıkları ve Menora çalındı. Vandallar bu gece, hemen bu gece şamdanı alıp gemilere götürecekler.”
Bir an için hepsi sustu. Sonra solmuş dudaklardan karmakarışık çığlıklar yükseldi peş peşe. “Şamdan… Eyvah, bir daha… Menora… Tanrı’nın şamdanı… Eyvah, eyvah… Efendimizin masasındaki şamdan… Menora!”
Yahudiler sarhoşlar gibi birbirlerine doğru sendelediler, göğüslerini yumrukluyor, acıdan yanıyormuş gibi kalçalarını tutuyorlar, itinalı yaşlı adamlar gözleri ansızın kör olmuş gibi davranıyorlardı.
Birdenbire güçlü bir ses bağırarak “Susun!” СКАЧАТЬ